Ezelî bir mağdur ve ezelî bir mağlûp: Cemil Meriç
Kendisini ’ben ezelî bir mağlûbum’ diye tanımlayan Türk düşüncesi zirvesinin tek başına parlamaya devam eden münzevî yıldızı merhum Cemil Meriç’i yazmanın asıl zorluğu, kendisini çok ağır kelime darbeleriyle, inzivâsından yükselen sarsıcı çığlıklarla, kaderin kendisini sürüklediği uzun süreli karanlığının içinden, çevresine, yaşadığı müddetçe yaydığı göz kamaştırıcı ışıkla, kitaplarının sonunda motiflenen neredeyse bir ansiklopedi cesâmetindeki kanaviçeleriyle ve nihâyet kendisinden sonra neşredilen Jurnal’iyle kendisini fâş eden Cemil Meriç’i anlatabilme zorluğudur.
Adres: Tütüncü Mehmet Efendi Cad. 2/4 Göztepe, İstanbul
Bu adres Cemil Meriç’in bir kısım zevâta yolladığı kitaplarındaki ithafların altına düşülen bir diyalog çağrısıdır, bir dostluk dâvetidir aslında... Ne yazık ki, mezkûr ithafların muhatapları arasında çok az sayıda kişi bu dâvete icâbet edecektir. Bu sebeple merhum da bir süre sonra artık ithaflarının altına bu adresi düşmekten vazgeçecek ve:
“Hayatım katır ahırında serenad vermekle geçti... domuzları kutsal kitaplarla besledim ve itleri kalbimle...” diyecektir.
Cemil Meriç’in bu satırlarına ve benzerlerine sıkça çarpılabilirsiniz kitaplarında. Arka planında, derin bir sukut-u hayalin ve yalnızlığın; mağduriyetin ve mağlûpluğuntezâhürüdür bu çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar da ezici cümleler.
Bir taraftan muasırları üzerinde böyle bir tesir bırakırken, diğer taraftan kendisinin ne kadar diyalog ihtiyacı içinde olduğunu görürüz ithaflarında. Atilla İlhan’a yazdığı ithaf ve aslında bir itiraf, yaşadığı yalnızlığın trajedisini ortaya çıkaran tarihî bir vesikadır:
“(...)Yazım bir sohbete dâvetti, bir sohbete dâvet, daha doğrusu bir nevi sevgi taarruzu. Aylarca cevap bekledim. Sonra ’Bıçağın Ucu’nu okudum. Sonra ’Kurtlar Sofrası’nı. Yaşadığımdan haberdar değil miydiniz acaba?”
Atilla İlhan’ın cevapsızlığını ancak kendisinin bir ölü zannedilme ihtimaline mahbes kılmaktadır.
Kitaplarındaki ithafların büyük çoğunluğu bu cevap bulmayacak dâvetleri ihtiva etmekte, yalnızlığını ve diyaloga ihtiyacını. Dâvetlerinin cevapsız kaldığını gördükçe yalnızlığı ve öfkesi de artar Cemil Meriç’in. ’Dostum’ dediği bir yazara; “(...) On üç yıldır görüşmemiştik. Günah onun. Ben kapısı her çalana açık olan bir mabet gibiyim. Gerçek dostlarım gelmediler. Ve mabet katır sinekleriyle doldu” şeklindeki müdafaa ve taarruzlarını yazmıştır. On üç yıl kendisini ziyarete gitmeyen bir dostu(!), mektuplarına cevap vermeyen Türk aydınları, yazdıklarını basmayan, hatta bazen kaybeden matbuat âlemi, sohbetlerini kendine mâl edip, kendi isimleriyle yayınlayan misafirleri ve Cemil Meriç’in vardığı menzil:
“Dişlerini gırtlağıma geçiren bir zaman... Ellerim bağlı. Herkesin bir meşgalesi var. Yazamam, okuyamam. Başkasından yardım dilenme. Yardım dilendiğiniz herkes başkasıdır. Dilenmek uçurum gibi ayırır insanları. Gittikçe soğuyorum insanlardan. Kendimden soğuyorum. Bu bir nevi ölüm...”
Zirveleriyle ve uçurumlarıyla kimseye benzemeyen Cemil Meriç’in kaderi yalnızlıktı. “Bütün dostlarım çarmıhıma çivi çaktılar” derken, çakılan her çivinin kendisini daha derin bir yalnızlığa sürüklediğini biliyordu. Dişlerini gırtlağına geçirmiş bir zamana, kızgın millerini gözlerine geçirmiş ve onu ömrünün yarısında kitaplarından, insanlardan, yazılarından ayıran bir karanlığa mahkûm etmiş kadere karşı çâresizdi. Bunun adına ’mağduriyet’ ve ’mağlûbiyet’diyordu.
Bunun da bir bedeli vardır, tarihi yaratmanın, bir ülkeyi ebedîleştirmenin, ardında şakirtler bırakmanın bir bedeli vardır. Bu bedeli de en ağır biçimde öder Cemil Meriç. “(...) Ben düşünen, okuyan ve temsil ettiği değerleri lekelememek için aç kalmaya, açlıktan kıvranmaya razı olan adam...”
Bu adam, içinde yaşadığı toplumu tekmelerle uyandırmaya çalışan bir adamdır. Fısıltı ile değil nâra ile konuşur. Baştan çıkarıcıdır. Fakat Türk münevverinin kaderi onda tüm kesâfetiyletecellî eder. Bir köşede unutulur veya yok sayılır.
Türk toplumu ve kurumları siyâsetinden eğitimine, üdebasından vükelâsına, vüzerâsına ve ulemâsına, askerîyesinden matbuatına kadar tüm kurumlar ve sınıflar içinde bir şekilde saf tutan düşünenlere, nesli tükenmiş bir kaplumbağa cinsi muamelesi yapmış, bu marazî cihetle kıymetlerini takdir etmiş(!) ama onları kendilerinden uzak tutmuşlardır. Düşünce adamının dünyasında kendi câhilliklerine toslayanlar, kendi noksanlıklarını tüm çıplaklığıyla ve çirkinliğiyle görenler, gördüklerini de ulaşılmaz zannedenler, bir zirveye tırmanmaktansa zirveyi küçük görmeyi tercih etmek gibi bir zavallılığa, bir çukura gömülürler ve o zillet çukurunda yaşamayı göze alırlar.
İşte bu mağluplar bahsimde Cemil Meriç’i yazarken yine Cemil Meriç’e mahkûm oldum; Cemil Meriç’i yine kendi ağzından anlatmaya mahkûm oldum. Bunun adı ister cesâretsizlik, ister bir rüyânın bozulmasından duyulan endişe olsun, nihâyetinde onu anlatmak için ona mahkûm olmak da onun okuru ve yazıcısı için hoş bir zuhurât.