Ey 'akil', Bozok Yaylası'nda da söyle bunu olur mu!
Oyun madem hâlâ “Büyük Satranç Tahtası”nda oynanıyor;
Bakmayın “akil” dediğine, ya “at” yerine koydu bunları ya “fil”. Ki bugüne kadar haklarında yazılanlar da körün fil tarifinden bir adım öteye gidebilmiş değil:
Ne bu “akil” ?
Hortumunu tutana göre uzun ince bir şeydir! Kuyruğunu tutana göre; yılan sarkmış aşağıya! Kulaklarından tutana göre yelpaze, oooh üfül üfül ferahlatır bile belki de! Dişlerinden tutana sorsan mızrak; saplanır kalır alimallah gövdene!
Gövde demişken; Gövdesinden tutana sorarsan duvar, ki pek uygun aslında toplumsal algının önüne örmekle vazifelendirildikleri şeye!
Ha bir ihtimal daha var tabii; Satranç tahtasında “piyon” olmak düştü belki de kaderlerine!
Onların işlevi “anlayana” kafi derecede tartışıldı; şimdi sıra sizin vazifenizde!
Kim geldi, kim gitti, ne konuştular dün de dediğim gibi mühim değil, mühim olan “akil”leri millete doğru bir “hamle” aracı olarak oyuna sürmüş olmaları.
Bakalım sosyal medyada, kahvehanelerde, kafelerde, dost meclisinde, otobüste, kampüste her “ne olacak bu memleketin hali” sohbetinde mangalda kül bırakmayanlar ne yapacaklar “hamle”ye karşı!
***
Dün “listedekiler” den gazeteci, köşe yazarı olanların bazılarının “akil” sıfatıyla yazdıkları ilk yazılar yayınlandı. PKK’lıya şehit diyeni mi istersiniz, teröristle askeri bir tutanı mı, Türk bayrağına kast edeni mi; sicilleri niyetleriyle ilgili olarak hayli fikir verici zaten ya, hadi diyelim o laflar “akilsiz” günlerinde edildi. Asıl olan şimdi “akil” bir eda ile söyledikleri...
Allah’ın bildiğini sizden saklayacak değilim, dünkü yazılarını okurken şunu diledim: O yedi bölgeye de bu “kafa”yla
giderler inşallah!
***
İç Anadolu Bölgesi’nden sorumlu Ahmet Taşgetiren mesela; “Mezhep” yarası kaşınarak oluşturulan “katliam”ların yaralarını sarmaya çalışan Çorum’a, aynı nedenle 37 insanın diri diri yakıldığı olayın travmasını atlatmaya çalışan Sivas’a gider de dün “akil” olmaktan ne anladığını anlatırken söylediklerini tekrarlar ve “İslam toplumları, birbirlerine karşı böyle bir kan banyosundan geçmedi” der inşallah!
Aynı bölgede yaşayan insanlara psikolojik savaş açmakla görevlendirilen Doğu Ergil, Kayseri’de, Niğde’de, Yozgat’ta, Kırşehir’de, Kırıkkale’de, aynen dün yazdığı gibi “Ey Türk, titre ve kendine dön” diye dalga geçe geçe “Ülkende kaç dil konuşuluyor? Kaç inanç yan yana yaşıyor? Kaç dilde ve biçimde ibadet ediliyor? Bunları gördüğünde mülkün tapusu, zamanın sahibi olmadığını anlamıyor musun?” diye bir sorar... Bakalım, Bozok yaylasının milliyetçi-muhafazakar insanları ona ne anlatacaklar!
Dilerim Kürşat Bumin, dün köşesinde savunduğu gibi “Merkez’in iktidarının dağıtılması yönünde işin içine ’bölgesel’gibi terimlerin de sokularak zenginleştirilmesi gerekir” diye savunur “federasyon”u, “özerkliği” Trabzon’da, Ordu’da, Kastamonu’da, Karabük’te, Bartın’da, Samsun’da... “Menemen”i de ünlü değil ama tedbir niyetine biberle-domates bulundursunlar yanlarında!
Dilerim, Marmara Bölgesi’ne gönderileceklerden Ali Bayramoğlu dün yazdıklarını, tam merkezinde, Silivri’de sözlü olarak da haykırır bir kere... Hatta 8 Nisan’da gitmeli bence; son savunmaları almaya başlayacak mahkemenin önünde ilan etmeli görevlerinin “2007 yılında toplumsal direncin sindirilmesi için yapılanları kökleştirmek olduğunu” !
Hayrettin Karaman gider ve dilerim Edirne’de, Çanakkale’de, Kırklareli’de de dün köşesinde sıraladığı hakaretleri sıralar “süreç karşıtları”na; Tekirdağ’da Namık Kemal’in evinin önünde “millet ve memleket düşmanı”, “akıl hastası” ilan eder vatanseverleri... (O yörenin insanı olarak uyarayım; “teneke bağlama yarışı”na filan davet ederler, aman ha!)
Dilerim, Tarhan Erdem aynı dün yazdığı gibi “Kürt azınlığa yönetim hakkı vermek gerektiğini” söyler Ege’nin yörüklerine, efelerine de!
Ve Fehmi Koru gider İzmir’de de dün yazdığı gibi kankasının, “Vatandaşlık tanımı da şart değil” çıkışından aldığı cesaretle sorar “Türklük elden gitmesin de Türkiye mi elden gitsin?” sorusunu!
“Ne mutlu Türküm diyene yazmak ilkellik” diyen zihniyete “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa/Adın yazılacak mücevher taşa” diye karşılık vermiş bu şehrin insanları kendilerine “kimliği belirlenemeyen bir cisim” muamelesi yapanlara hatırlatmaz mı sanıyorsunuz “kimlikleri”ni!
***
Önlenemez bir hızla “sürece” batan iktidar tarafından “can simidi” niyetine toplumsal öfkenin hedefi yapıldıklarını, “suç”a ortak edildiklerini anlamadılar daha...
Bu “kafa”yla bir çıksınlar da sahaya...
Milli bir sûkut...
Dün, ölümünün 16. yıldönümü Türk’ün, Türkçü’nün, Milliyetçi’nin “hain”, “terörist” ilan edildiği günlere rastlayan Alparslan Türkeş’in ’1944 Milliyetçilik Olayları’nı anlattığı kitabını karıştırdım. Türk Milliyetçileri’ne engizisyonu aratmayan işkencelerin yapıldığı dönemin medya-siyaset-toplum yapısıyla ilgili şu tasviri okurken sadece “Milli Şef”in yerine “The Başkan”ı yerleştirin;
“Bu dehşet idaresinin her şeyi tuz buz eden tokmağı kimsede kımıldayacak takat bırakmamıştı. Köleleştirdiği basınla, iliklerine kadar uyuşturduğu millet, onun dilediği boyunduruğa öylesine vurulmuştu ki, hiç ekmek de vermese, gene saltanatını sürebilirdi. (...) Şef neye “Milli” denmesini irade buyurursa, ancak ve derhal o milli oluveriyordu ve bütün kötülüklere karşı milli bir sûkut empoze etmiş olan Milli Şef’in bir açlığa, sefalete “Milli” demediği kalıyordu.
Hani aklına esse:
- “Bu açlık millidir, bu sefalet millidir...”
Deseydi, basınla radyo, hiç şüphe etmeyin, bir ağızdan bağırabilirlerdi:
- ” Yaşasın milli açlık... Yaşasın milli sefalet... “
Kaderin cilvesi işte “The Başkan” düşe düşe “Milli Şef”in dibine düşmüş iyi mi!
Bunlar da o kitabın bugün de muhtaç olduğumuz türden bir “mücadele”ye çağıran son cümleleri: “Türk Milleti menfaatçi ve korkak aydınlar yüzünden perişan olmuş ve perişan kalmaya devam etmektedir. Onun için cesur ve fedakar insanlara her zamandan daha çok ihtiyaç vardır... Ancak bunların köşelerinden ayrılmaları ve millete hizmet yolunda saf tutmaları gerekmektedir. İşte ben, onları harekete çağırıyorum. Mücadeleye çağırıyorum...”