Durun, hepiniz milliyetçisiniz!

Durun, hepiniz milliyetçisiniz!

Son üç yazımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ayarları ve kurucular üzerineydi. Bu hafta için de “21’inci yüzyılda yaşananlar ve Türk milliyetçilerinin kurucu ayarlarına dönme mecburiyetleriyle devam edeceğiz” demiştim.

Yazılarda, devleti milliyetçilerin kurduğunu; Büyük Atatürk’ün erken gidişiyle başlayan değişimin 1944’te büyük bir kırılmayla yoluna devam ettiğini; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran milliyetçilerin, ırkçılık suçlamasıyla ikiye ayrıldığını; hiç de doğru olmayan bu suçlamanın sadece milliyetçileri bölmekle kalmadığını, devlete de yön değiştirttiğini belirtmiştim.

Devleti ve milleti bir nehre benzetebiliriz. Nehirler doğduktan sonra devamlı etraftan gelen derelerle, çaylarla beslenir. Büyür… büyür… büyür… Nehir örneğinde olduğu gibi devletin yatağı milliyetçilik, besleyen kollar da yetişen insanlardır. Bu insanlar devleti ve milleti için çok faydalı işler başarırlar. Her geçen gün biraz daha büyüyerek istikbâle yürürler. Yani nehrin suları artarak, geçtiği yerlere hayat vererek akar gider. Geçtiği yer de devletin ve milletin hayatının tamamıdır.

Nehir tabiatta olunca büyüyerek akıyor elbette. Keşke Türk Milletinin hayatı için de böyle olsaydı. Ama öyle olmadı. İşin içinde insan ve siyaset vardı. Nehir yatağından çıktı, iki kola ayrıldı. Her iki kol da bir müddet yeni yataklarında aktı. Sonra o yataklarını da terk ettiler. Sorun bu terk edişle iyice büyüdü.

İdealleri yenen siyaset

12 Eylül darbesiyle birlikte devlet yeni bir yola girdi. Partilerin kapatılması, yeni kurulanlarda yer alanların siyasî hedefleri, iktidar hırsları gerek fikrî hayatı gerekse siyaseti etkiledi. Bir yandan da egemenliğe ortaklık talebi olan terörist ayrılıkçı hareketler açığa çıktı. Teröristler ilçe merkezlerini bastı, halka ve devlete kurşun sıktı. Önce “Birkaç çapulcu” dediler. Sonra siyasî iktidar, ayrılıkçı teröristlere arabulucuları devreye soktu. O dönem devletin kurucu ayarları daha fazla etkiliydi, başaramadılar.

2002 Kasım’ında bu sefer devleti ayarlarından uzaklaştıracak bir değişim yaşandı. AKP, anayasayı değiştirebilecek çoğunlukla iktidar oldu. Türk Milleti, başta, maksatlarının sadece Türkiye’yi yönetmek olduğunu düşündü. Ancak maksatları gitgide anlaşıldı. Çok dikkatli adım atıyorlar, maksatlarını da milletin dinî hassasiyetleriyle örtüyorlardı. Hâlen aynı yöntem kullanılıyor.

Bu sefer devlet rayından çıkarılmak isteniyordu. Bugün gelinen noktada kısmen de olsa başardıklarını söyleyebiliriz. Bu süreci engelleyebilecek milliyetçiler değişmiş, güçlerini kaybetmişlerdi. Hatta içlerinden kimileri bu başkalaştırma hareketine destek de oldular.

Milliyetçilerin desteklerinin en önemlisi, FETÖ’nün Abant Toplantıları adını verdiği toplantılarla başladı. Toplantılarda devletin ve egemenliğin kurucu ayarları sorgulanıyordu. Sonuçları da daha sonra uygulamaya sokulmaya çalışıldı.

İlk işleri medyayı kontrol etmekti. Ardından Türk Ordusu’nu hareketsiz hâle getirmek geldi. Yoksa başaramayacaklarını biliyorlardı. Artık işleri kolaylaşmıştı. Devletin omurgasına vurulan ilk darbe bu hamleyle gerçekleşti. Buna destek verenler hiç de azımsanmayacak ölçüdeydi.

“Yetmez ama evet”

Değişim sürecinin en önemli kavşaklarından birisi 12 Eylül 2010 referandumuydu. Sonucuyla başkalaşmayı hızlandırdı. 12 Eylül darbecilerinden intikam almak isteyenler başka ne olacağına bakmadılar. Referandum sonucunda Türk hukuk sistemine büyük bir darbe vuruldu. Görünen yargı olmakla birlikte devletin omurgasına çok şiddetli bir darbe indirilmişti. Artık işleri daha da kolaylaşmıştı. Hukuk sisteminin kılcal damarlarına kadar hâkim oldular. Bu hâkimiyet, hâlen hem de artarak, devam ediyor.

Hâkimiyet, 15 Temmuz ihaneti sonrasında daha da perçinlendi. Önce binlerce yıllık Türk devlet anlayışının dışına çıkılarak tek adam sistemine geçildi sonra da TSK başta olmak üzere devlet yeniden yapılandırıldı. Artık Türkiye, Saray’dan ve Saray’ın çalışanları tarafından yönetiliyor.

Türkiye, Batı’nın düzensiz göç deposu yapıldı. Bununla egemenlik Türk Milletinden alınarak çok milletli federatif bir yapıya devredilmek isteniyor. Özellikle Suriyeli sığınmacılar bu projenin başat unsuru.

Menzil’e gidiş

21. yüzyılın en tehlikeli kelimesi menzil oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşmasında FETÖ için “aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapının” (3.08.2016 Olağanüstü Din Şûrası konuşması) demişti. Aslında kendi hedefini açıklamıştı.

Peki, bu hedeften vazgeçti mi? Bunun cevabı 24 Temmuz 2023’te kabine toplantısı sonrasındaki konuşmasında. Konuşmada “Zamana ve şartlara göre kullanılan araçlar farklılaşsa da, sonuçta varmak istediğimiz menzil değişmemiştir.” cümlesi var. Ne var bunda, menzil varılmak istenen yer, hedef anlamında kullanılmıştır diyebilirsiniz. Ben de aynı şekilde düşündüm ve metne baktım. Konuşmada hedef kelimesi 10 defa kullanılıyor, menzil ise 1 (bir) defa.

Konuşmanın yapıldığı günlerde siyasî gelişmelere bakıldığında, ideolojik İhvancı siyaset yüzünden geçmişte kanlı bıçaklı olunan BAE, Filistin, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerle ve İsrail’le normalleşme çabaları görülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Suriye’yle ilişki kurulabileceği açıklaması yapıldı. Şu anda Türkiye’deki İhvancılar ülke dışına çıkarılma, faaliyet gösteren TV’leri kapatılma aşamasında.

Özellikle Sisi’ye, Mursi’nin ölümü üzerine katil dendi. Mursi için Türkiye’nin birçok yerinde gıyabî cenaze namazları kılındı. İstanbul’dakini DİB Ali Erbaş kıldırmış, Erdoğan da katılmıştı.

Bütün bunlara siyasal dinci mahalleden duyulan itirazlar da var. 4 Ağustos’taki Cuma hutbesiyle bir eşik daha aşıldı. Devletin kurumu olan DİB yasal sınırlarını aşarak devletin yapısının değiştirilmesini istedi. Bunlarla birlikte araçlar farklılaşsa da menzil değişmemiştir ifadesi çok daha fazla anlam kazanıyor.

Artık harekete geçmek zamanıdır

Bu menzile gidiş için tedbir var mıdır? Yoksa fillerin ölümü bekledikleri gibi beklenecek midir?

Türk milletinin devleti elinden alınmak isteniyor. Bu gerçekleşirse Türk Milliyetçisiyim demenin ne anlamı kalacaktır. Hayat ve hakikat idealle yarıştırılmamalı, gereği yapılmalıdır. 21’inci yüzyılda Atatürk dönemi, cumhuriyetin kuruluşu ve dinin kaynaklarıyla düzeltilen ilişki siyasette de yaşanmalıdır. Vakit geçirmeksizin Cumhuriyet’in kuruluşundaki Ülkü’ye geri dönülmelidir.

Özdemir Asaf, Oscar Wilde için “Düşerken yükseldiğini söylüyordu onun için düşüşünü geç anladı” diyor. Milliyetçilerin bu konuda artık daha derinlemesine düşünmesi gerekiyor. Sadece muhalif olanlar değil, iktidarı destekleyenler de buna mecburdur. Sadece düşünmek yetmez harekete de geçilmelidir. Aksi takdirde tarih önce milliyetçileri yargılayacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları