Dilenme kültürü ve iki tavır!
Son zamanlarda toplumda el avuç açan, dilenen, boyun büken, yalvaran ve yardım isteyenlerin sayısında ciddi bir artış olduğu gözleniyor. Sokak başları, cami avluları, metro girişleri düşkünler yurduna dönmüş durumda. Devletin yoksullara yönelik olarak kurduğu iftar çadırları, dağıttığı gıda maddeleri, yaptığı para yardımı ve gönderdiği kömür miktarı arttıkça dilenenlerin sayısı da giderek çoğalmaktadır. Sokaklar, büyük bir kısmı sahte olan dilencilerden, toplayıcılardan ve kendilerini acındıran duygu sömürücülerinden geçilmez hale gelmiştir.
Asalaklık, Türkiye’de giderek kurumsallaşmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde hazırdan yiyicilik, tembellik ve dilencilik utanç duyulacak bir olgu olmaktan çıkmıştır. İnsanlar karşılıksız isteme, üretmeden tüketme hastalığına tutulmuş gibiler. Helal ile haramın birbirine karışması bir yana insanların giderek onur, haysiyet, gurur gibi kavramları da takmaz hale gelmeleri düşündürücüdür.
Bunca olan biten hem doğal hem de rastlantı sonucu değildir. Yaşananlar siyasilerin sosyal devleti, sosyal dilenci yaratan devlet olarak algılamalarının, sonucu olarak şekillenmektedir. Devlet, vatandaşının iş bulmasını ve kurmasını teşvik edecek yerde dilenciliği teşvik edecek uygulamalar devreye sokmaktadır. Bu durumun geldiği son noktayı bir iş adamının başına gelenler özetler niteliktedir:
Dilenmek çalışmaktan kârlıysa!
Bir işveren fabrikasına bir miktar geçici işçi alır. Doğal olarak onları sigortalı yapar. Ancak geçici işçiler bir süre sonra fabrika sahibinin kapısına dayanır.
Patrona kendilerini “neden sigorta” ettirdiğini sorarlar. Fabrika sahibi bundan daha normal bir şeyin olmadığını söyler. Bunun üzerine işçiler “Olur mu patron! Siz bizi sigortalı yaptınız ekmeğimiz elimizden gitti” derler. Patron “nasıl yani” der. İşçiler cevaben “Siz bizi sigortalı yapmadan önce elimizde yeşil kart vardı. Ayrıca kömürümüz, gıdamız bedava gelirdi. Yoksul maaşı bile aldığımız olurdu. Sen bizi sigortalı yaptın, hepsi elimizden gitti” derler.
Bu olgunun kendisi değil ürettiği zihniyet irdelenmeyi hak etmektedir. Sistemin dilenmeyi çalışmaktan daha kârlı hale getirdiği yerde çalışmanın “enayilik” olarak nitelenmesi doğaldır. “Veren elin” değil alan elin daha değerli olduğu, dilenmenin bir zorunluluk değil gereklilik olduğu, el avuç açmanın utanma duygusuyla ilgili olmadığı yolunda yaratılan kültürel iklim, işi daha da vahim kılmaktadır.
Hâlbuki bu ülkede zamana karşı vakarını ve büyük bir milletin geleneğini taşıyanlar da var olduğu bilinmektedir. Bu konuda son bir örnek Nazilli’de yaşanmıştır. Aydın’ın Nazilli ilçesi Kaymakamı Caner Yıldız 3 çocuk ve 10 torun sahibi olan, 5 nesli gören 102 yaşındaki Hatice Aktaş’ı bayram dolayısıyla ziyaret eder. Kaymakam elini öptüğü 102 yaşındaki Aktaş’a “Bir isteğin var mı, ben kaymakamım, sana yiyecek göndereyim, kömür vereyim” teklifinde bulunur. Yaşlı kadın, “Oğlum, buraya kadar geldin, beni bahtiyar ettin. Allah sana hacıya gitmiş gelmiş sevabı yazsın. Ben hayatta haram yemedim. Çocuklarım bana bakıyor. Sen git yardımını fakir olanlara yap, onların duasını al” demiş. Yaşlı çınarın bu tavrı Türk milletinin geleneksel tavrıdır. Türkiye bu tür geleneğe sahip insanların fedakârlığı üzerine kurulmuştur. Siyasiler, bu tavırdan ibret alarak, dilenen insanları, çalışan insan haline getirmenin yolunu bulmalılar.