Devletlerin körlüğü...
Geçen haftaki konumuzdan söz etmeyi sürdürelim... Halkın iradesiyle ’görülmeyen’bir sözleşme sonucu doğsalar da; devletlerin de ’aklı’vardır. Dinamik, akıp giden bilgilerle her an aklını güncellemeyen devletler acayip bir ’akıl’hastalığına yakalanırlar. İşte bu bir felâkettir!
Devletler, varlıklarını sağlıklı biçimde sürdürebilmek için çevresinde olan-bitenden haberli olmak isterler. Haberdar olmanın da ötesinde, hangi olayın nasıl gerçekleşeceğini önceden tahmin etmek için uğraşır dururlar. Bunun için ’özel’bilimsel çalışmalar yapan örgütler kurarlar. Nitekim 19. yüzyılın ’akıl sağlığı yerinde’olan devletleri, etkili örgütler kurdular. Çarlık Rusya’sındaki “Petesburg Bilimler Akademisi”, İngiltere’nin “Doğu Hindistan Şirketi”, hedef devlette açılan ’okullar’bunun en çarpıcı örnekleridir. Bu üç örgüt Osmanlı topraklarında ’harika’çalışmalar yaptı. Bu nedenledir ki; 19. yüzyılda Osmanlı için ’hasta adam’ teşhisini çok gerçekçi biçimde koyabildiler...
Dünya tarihinde bu tür örgütlerle donanmış devletler; kendilerine ’engel’gördükleri devletlerde ‘yumuşak karın’ yaratmada çok başarılı oldular. Bir başka deyişle, hedef devletlerin sağlıklı dokusunda iyileşmesi zor ‘çıbanlar’ çıkarabildiler.
Başarıların temelinde geleceğe ’tohum’atmak vardı. Erzurum Konsolosu “Petersburg Bilimler Akademisi” üyesi Aleksander Jaba 1858’de ilk Kürtçe sözlükle ortaya çıkarken; yine Akademi üyesi Dostoyevski Türk düşmanlığıyla, Vladimir Feodoroviç Minorsky ‘Kürtçe’ için uğraştı durdu... Başardılar mı? Evet, başardılar! (İliştiri: Ne acıdır ki; 11. Yüzyılda Güneydoğu Anadolu’da yaptırdığı cami, kale burcu tamiratlarına “Ebul Feth Alparslan Oğlu, Arap’ın ve Fars’ın efendisi Sultan Melikşah...” diye başlayan kitabe koyduran o Selçuklu Sultanı, Arap ve Fars’ı yabancı sayarken, Kürtleri kendi milletinden biliyordu.)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletler istihbarat faaliyetleri yanında daha farklı yöntemler buldular. Bu yeni yönteme “Düşünce kuruluşları” (think tanks), “Stratejik Araştırmalar Merkezi/Enstitüsü” gibi adlar verildi. Bu kuruluşlar devletlerin gözü oldu. Bir başka deyişle devletler yıllar sonrası doğacak olayları bu kuruluşlar sayesinde görür oldu.
Türkiye 1990’lı yılların başlarına kadar bu konuda da anlaşılmaz bir aymazlık içindeydi. Düşünebiliyor musunuz; burnumuzun dibindeki Jivkov’un ’gideceğini’göremedik. Kültürel soykırıma uğrayan 300 bin Bulgaristan Türkü kardeşimizin 1989’da perişanlık içinde Türkiye’ye sığınmasını bir ’kahramanlık’gibi değerlendirirken; aynı yılın Kasım ayında Jivkov katilinin iktidardan düşeceğinden hiç haberimiz olmadı. Aynen yanı başımızdaki Sovyetlerin dağılacağından haberimizin olamadığı gibi... Olamazdı; çünkü devletimiz geleceği gören ’gözlerden’mahrumdu!
Geçen hafta sözünü ettiğimiz “kişi” 1992 yılında Başbakan Sayın Süleyman Demirel’e dilekçe ile resmen başvurarak; “Türkiye’de Stratejik Araştırma Enstitüleri’nin kurulup çoğaltılmasının sağlanmasını” talep etti. Sayın Demirel, bu konuya ilgi gösterdi. Dilekçe, Millî Savunma Bakanlığı’na, sonra da YÖK’e gönderildi. Tüm bu gelişmelerden o kişi resmen haberdar edildi. Belgeler o kişinin arşivindedir. O kişi, dilekçesinde özet olarak şöyle diyordu: “Bir kişinin körlüğü kendisi için bir anlamda felakettir. Ama bir devletin körlüğü millî felakettir” Bu girişimden sonra “Enstitü” olarak değil ama ’Merkez’adıyla “Stratejik Araştırmalar” ülke üniversitelerinin ve sivil toplumun gündemine girdi.
Hepsine başarılar diliyorum.