Depremin suratımıza çarptığı gerçek!
Van’ı deprem yeniden vurdu. Ortaya çıkan manzara feciydi. Depremin şiddeti 7.2’den 5.6’e düştü ama yıkım yine büyük oldu. Kayıplar, yaralılar ve enkaz haline gelmiş binalar var. Yıkılan yirmi beş binadan söz ediliyor. Van’daki 7.2 büyüklüğündeki deprem henüz yeni olduğu için yirmi beş binadan yirmi ikisi boşaltılmıştı. Bu yüzden kayıp az oldu.
5.6 büyüklüğündeki sarsıntı yine binaları yerle yeksan etmeye yetti. Bu ülkede sarsıntının her derecesi binaları yıkmaya yetiyor. Bu yönü itibarıyla Türkiye gelişmemiş bir ülke profili çizmeye devam ediyor.
Öncelikle altı çizilmesi gereken gerçek şudur: Depremde sorumlu olan doğa değil sosyaldir. Doğanın üzerinde yaşayanların doğaya tutunmayı becerememelerinin faturası doğaya kesilemez. Doğanın dili ve kanunu her yerde aynıdır. Yer çekiminin izafiliği yoktur. Sofistlerin binlerce yıl önce dediği gibi bir anlamda “doğal” olan “sosyal” olandan daha değerli, daha sağlam, daha bağlayıcıdır!
İnsanların doğayla anlaşmak yerine doğayla savaşmaları yaptıkları en kötü tercihtir. Doğanın istismarı üzerine kurulmuş olan kapitalist sistemin bu bağlamda insanileştirilmesi gerekir. Sürekli alanı, talan edeni, bozanı ve kirleteni, doğa hiçbir zaman affetmiyor. İşin özüne girilirse doğanın kendinden çalınanı, söküleni ve kaçırılanı eninde sonunda geri aldığı görülür.
Türkiye’de yaşanan deprem sırasında karşılaşılan kayıplar, ülkede insanların eşyanın tabiatına uygun davranmamasının sonucudur. Şairin dediği gibi insanlar Türkiye’de “taşın sert olduğunu, suyun boğduğunu, ateşin yaktığını” ve depremin de yıktığını “geç” fark ediyor. Her şey olup bittikten sonra yıkım üzerinden yorumlar, çözümler ve çıkarımlar yapılıyor.
Yapım ekipleri oluşturmasını bir türlü beceremeyenler sonuçta kurtarma ekiplerini devreye sokmak zorunda kalıyorlar. Depremin olduğu yerde de yıkım ekiplerine ihtiyaç yoktur.
Kaldı ki Türkiye, yaşadıklarından gerekli sonuçları çıkarıp gerekli önlemleri almayan yetkililer cennetidir. Hatada ısrar, yanlışta direnme neredeyse ilke haline gelmiştir. Burada yetkililerin olan bitenden çıkardıkları tek sonuç yalnızca kendilerinden öncekilerin sorumluluklarına dikkat çekmektir. Türkiye’de sorumluluk ihracı, mal ve hizmet ihracının önüne geçmiştir.
Türkiye’de insanlar kesin inançlı oluyor. Birinci sınıf muhafazakâr, sosyalist, etnikçi, mezhepçi ve milliyetçi oluyor. Hatta yerine göre Türkiye’de insanlar, kraldan çok kralcı da olabiliyor ama işini birinci sınıf yapan insan olamıyor. Asıl sorun da işte buradadır.
El yordamıyla iş gören, göz ucuyla bakınan, kulak ucuyla da duyan yetkililerin etkisinde olan Türkiye’de insanların yaptıklarının yıkılmasından daha doğal bir şey olamaz. Hele hele herkesin bir biçimde yaptığı yanına kâr kalıyorsa kalitesizliğin kader olmasından kimse yakınmamalıdır.
Çünkü köşe ol, köşe dön, köşke taşın sistemi, her şeyden önce doğadan çalmayı zorunlu kılıyor. Sorumsuzluk, laubalilik, ciddiyetsizlikle birleşen kapitalist güdü istismarda sınır tanımıyor. Doğa, güçsüz toplumların yaptığı gibi sürekli sömürülmeye ve ciddiyetsizliğe izin vermiyor. İntikamını feci alıyor.
Doğa, sanallık ve banallık kaldırmıyor. Her konuda yapılan hata ve ihanet doğa söz konusu olunca anlamını yitiriyor. Bu nedenle doğayla beşerin kurduğu ilişkilerde denge ve düzen esas olmalıdır. Doğa her şeyden daha çok da ciddiyet istiyor.
Sakallı Celal’in insanları ciddiyete davet sözlerini her şeyden daha çok doğayla ilişkilere uygulamak gerekir. O şöyle demişti: “Meşrutiyeti getirdik olmadı, cumhuriyeti kurduk olmadı. Biraz ciddiyete ne dersiniz?”