Demokrat görünümlü yalan makineleri

Aralarında Hava Orgeneral Bilgin Balanlı, Korgeneral Yurdaer Olcan, Koramiral Can Erenoğlu’nun da bulunduğu 55 tutuklu komutanın imzasıyla gönderilen ve dün elime ulaşan mektupta sanıklar kendileri ve avukatları hakkında “davayı uzatmak istedikleri” yönünde algı oluşturulmaya çalışıldığını belirterek, bunun “gerçeği terz yüz etme çabası” olduğunu söylüyorlar.
Hadımköy Özel Askeri Ceza ve Tutukevi’nden gönderilen mektup şöyle:
“Son günlerde, “Balyoz Davası sanıkları ve avukatları davayı uzatmak istiyorlar” şeklinde bir algı oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Demokrat görünümlü yalan makinaları “Camileri bombalayacaklardı” yalanını, nasıl yayıp temiz insanları inandırdılarsa, bugün de bu algıyı oluşturmaya çalışıyorlar. Bu gerçeği ters yüz etme çabasıdır. Bizlerin bir tek talebi vardır; bu da gerçeğin ortaya çıkarılması ve mahkemenin hükmünü gerçeklere göre vermesidir. İlk günden itibaren Mahkemeden talebimiz başta 11 nolu CD olmak üzere, tüm dijital kayıtların tarafsız bir bilirkişiye gönderilmesi olmuştur. Buradaki esas amaç bütün suçlamaların özünü teşkil eden dijital verilerin Mahkeme huzurunda sahteliklerinin ortaya konmasıdır. Ancak, yaklaşık birbuçuk yıldır bundan kaçınan Mahkeme, bugün avukatları ve bizleri davayı uzatmakla suçlamaktadır. Oysa gerçek tam tersidir. Mahkemenin tutumu gerçeğin ortaya çıkarılmasını ve tescillenmesini engellemektedir. Bunun takdirini kamuoyuna bırakıyoruz.
Gerçekten kaçmak onu değiştirmez
Bütün sahte darbe planlarının içinde yer aldığı 11 nolu CD’nin 2007 ve sonrasında “Balyoz komplosunu” kuranlarca hazırlandığı bilimsel olarak yerli ve yabancı bilirkişi raporları ile defalarca ispatlanmıştır. Ama Mahkeme bu gerçeği tanımaz bir tutum takınıyor. Bir sis bulutunun örtüsü altında, acele bir karar vermek istiyor. Böylelikle gerçeklerin Milletimizin gözünden saklanması amaçlanmaktadır. Oysa gerçekten kaçmak asla gerçeği değiştiremez...”


Laf mı şimdi!

Radikal yazarı Yetvart Danzikyan, “soykırım iddiaları”nı reddeden Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Masası Başkanı Prof. Dr. Kemal Çiçek’i kast ederek “Bir etnik grubun yaşadığı topraklardan kazınmasını “E ama başka yerlerde yaşıyorlar” diye meşrulaştıran bir kişinin tam da Ermeni masası şefi olmasını nasıl açıklayalım?” diyor...
Söylediğini onaylamıyorum ama soru kalıbına atfen yazmak istedim:
“Atatürkçülüğü hakaret sayan” birinin Atatürk’ün kurduğu, adını taşıtan Türk Dil Kurumu’na atandığı bir ülkede laf mı!
Hepsini geçtim Türkiye Cumhuriyeti’nin zirvesinde, Atatürk’ün koltuğunda, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm diyene” sözünün Türkiye’yi ilkelleştirdiğini savunan biri oturuyor şu anda!
Bütün bunları ellerini ovuşturarak izleyenlerin kendi canları yandığında “bu nasıl olur” diye sorması da kabak tadı vermedi mi!


Kıssadan hisse...

“Atatürk, Ressam Çallı’nın dâvetine icâbet ederek deniz motoruyla Anadolu Hisarı’na gitmiş. Hisara çıktıklarında ikindi ezanı okunuyormuş. Ata, “Gelmişken camiyi göreyim” demiş. Tam o esnada müezzin minareden iniyormuş, karşılaşmışlar.
Atatürk’ün ayaküstü imtihanı sevdiğini biliyoruz; hemen müezzine sormuş, “Sen bu caminin nesisin?” O da “Hem müezzini, hem imamıyım” cevabını verince Ata, “Öyleyse tam yerine tesadüf ettik. Söyle bakayım Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye ne zaman hicret etti?” demiş, müezzin yanlış cevap verince yanıbaşındaki İstanbul Belediye Reisi Muhittin Üstündağ’a dönüp,
-Nuruosmaniye Camii’nde bir kurs açın, bunlar dinlerini öğrensinler, demiş...”
Kendi adıma, ne büyük adammış ki camiye gidenlere saç baş yolduran imam modelini öngörüp peşin peşin tedbir almış dedim yukarıdaki satırları okurken.
Siz olsanız bu kıssadan ne çıkarırsınız?
Cidden cevap bekleyerek soruyorum bunu...
“Bakıııın Atatürk de “kurs açın” dediğine göre cumhuriyeti kuranlar bırakın vatandaşı, din adamlarının bile dini öğrenmesini engellemişler” hükmü verir misiniz mesela?
Yahut “Atatürk “bunlar” diyerek ötekileştirme yapıyor” der misiniz?
Şu kıssadan hisse olarak bu garip yorumları çıkarabilmek için Ahmet Turan Alkan olmak gerekiyor galiba!




Olmayan şike AKP’yi bölüyordu neredeyse

Ne dedi Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı?
“Sevinerek söylemeliyim ki; bahse ilişkin hiçbir unsur yoktur. Etik Kurulu da bu yönde bir bulgu olmadığını belirtti.”
Tercüme edeyim:
ŞİKE YOK!
Hepimiz sütten çıkma ak kaşıklarız!
Âlâ... Pek güzel... İnşallah öylesinizdir ama;
Sormazlar mı, şike yoktu da neden koptu bunca tantana!
Türkiye iki yıldır “olmayan bir şey”i tartışıyor öyle mi!
Olmayan bir şey yüzünden;
Gencecik futbolcuların meslek hayatı bitti...
Türk futbolunun -bence mübalağa fakat bu sektörün jargonu böyle- efnase futbolcuları mahpus damlarına girdi...
Fenerbahçe gibi bir camianın başkanı aylardır cezaevinde... (Ki ben olsam sorarım mahkeme heyetine, “Bu işin en tepesindeki kişi “şike yok” dedi, beni hangi hakla burada tutuyorsunuz hâlâ; neden yargılıyorsunuz?” )
Halen aralarında 93 sanık yargılanıyor; bugüne kadar 13 duruşma yapıldı...
Olmayan bir şey yüzünden; Futbol Federasyonu Başkanı istifa etti.
Olmayan bir şey yüzünden; Cumhurbaşkanı ile Başbakan iktidarlarının en büyük krizini yaşadı.
Olmayan bir şey yüzünden; Başbakan hasta yatağından AKP grubuna ayar verdi.
Demek ki hepimiz halisünasyon gördük bir nevi!

***


Federasyonun büründüğü “sicil aklayıcı” imaj son derece rahatsız edici (en hafif tabirle yazdım) ama daha beteri o kulüplerin sicillerinin hakikaten de “temiz” olma ihtimali!
Garip gelecek biliyorum ama bana kalırsa bu işin sorumluları yatıp kalkıp “şike”, en azından “şike teşebbüsü” tespit edilsin diye dua etmeli. Çünkü eğer Türk futbolu hakikaten de dün Demirören’in anlattığı gibi pir-i pak ise, iki cihanda ödeyemezler “yok yere” sporculara, hakemlere, kulüp yöneticilerine, onların ailelerine ve elbette taraftara yaşattıklarının vebalini!



BASINDAN SEÇMELER


Cadı avını beklerken...

Psikolojik harekâtın sivil olanı, asker orijinli olanından matah mıdır?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan işareti verdi önceki gün. Eli kulağındadır. Geliyor...
Kaç vakitte olur bilemeyiz ama 28 Şubat soruşturması belli ki çok yakında iş dünyasına ve medyaya dokunacak.
Başbakan’ın, MÜSİAD Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşma, “tarihi” nitelikteydi. Hesap sorulmasını istediği “hedef kitle” yi bir hayli genişletti Başbakan...
“28 Şubat’ın hemen ertesinde gelen ekonomik krizler bir gecede Türkiye’yi yoksullaştırdı” dedi; 2001 krizini de “28 Şubat”ın sepetine koydu. Devamında, o dönemde gecelik faizlerin “yüzde 1500, yüzde 8000” seviyelerine çıktığını söylerken, “Acaba kimler burada vurgunu vurdu?” diye sordu.
Ve altı dikkatle çizilmesi gereken şu sözleri duyduk kendisinden: “İşte o vurgunu vuranların aslında hesaba çekilmesi lazım. Suç duyurusu yapıyorum burada” ...
(...)
Sayın Başbakan’ın bu sözleri yargıyı baskı altına alıcı bir mahiyettedir. Bu ifadelerden sonra 28 Şubat soruşturmasında hedefin, darbe sürecinin sorumlularını ve aktif işbirlikçilerini cezalandırmakla sınırlı kalacağı hususunda iyimser olmak güçleşiyor. (...) Bu operasyon ve dava süreçlerinin özellikle de sivil alanı ilgilendiren boyutu, geçmişte işlenmiş suçlarla ilgili hukuki çerçevenin dışına taşırılarak, ideolojik, sınıfsal ve sosyo-politik muhtevada bir rövanşizm ve tasfiyeciliğin aracı yapılacaksa işin rengi değişir.
28 Şubat’la hesaplaşma, askerin siyaset üzerindeki veto gücünün geriye dönüşü olmayacak biçimde sıfırlanmasına, yani “milletin egemenliğine” hizmet etmelidir. Milletin bir kesiminin öteki kesimi üzerindeki egemenliğinin vasıtası ise asla yapılmamalıdır.


Psikolojik terörizm
Çok sayıda duayen gazeteci, sırf bu listelerde adları olduğu için aylardır tutuklanma endişesi altında yaşıyor ve çalışıyorlar. Diğer taraftan, bunlardan bazıları gözaltına bile alınmayabilir... Ama neticede iktidar çevrelerinin arzuladığı psikolojik etki elde ediliyor. Bu gazeteciler, endişe ettikleri akıbet başlarına gelmesin diye belki de oto-sansür uyguluyorlardır. Saptayamayız ama hissedebiliriz.
O halde listelerle estirilen bu psikolojik terörizmin 28 Şubat andıçlarından ne farkı kalıyor? Psikolojik harekâtın sivil olanı, asker orijinli olanından matah mıdır?
Diğer taraftan, bazı gazetecilerin asker kaynaklı 28 Şubat komplolarının içinde aktif ve koordineli biçimde yer almış oldukları, kanaatle değil, somut delillerle sabitse, onları basın özgürlüğü adına savunmak kimsenin haddine düşmez.
Ama o dönemin aktüalitesi içinde haber değeri tartışılmaz haberleri “Neden yayımladın?” diye gazetecinin yakasına yapışmak da basın özgürlüğüne esastan aykırıdır. Çünkü olmuşsa, doğruysa, haber, haberdir.
Gazetecilik faaliyeti nedir, ne değildir?
Bunu gazeteciler kadar 28 Şubat’ı soruşturan savcıların da bilmesi, öğrenmesi gerekiyor.
Kadri Gürsel / Milliyet




Profesyonel pislik böcekleri

Evime gizli kamera ve mikrofon yerleştirenlere, telefon konuşmalarımı dinletenlere haklarımı helal etmiyorum. Onlardan şikayetçiyim, dâvacıyım. Bendeniz devletimi, ülkemi, halkımı seven ve koruyan bir vatandaşım. Bana düşman gözüyle bakanlar acaba Türkiye’yi benim kadar seviyorlar mı?
(...)
Bazı iyi Müslümanlar beni kötülüyormuş... Onlara dargın ve kızgın değilim. Süleyman Daranî hazretleri “Bütün cihan halkı beni kötülemek hususunda bir araya gelseler, benim kendimi kötülediğim kadar kötüleyemezler” buyurmuştur. Ancak bir incelik var: Sâlih Müslüman gıybet ve iftira etmez, yalan söylemez. Şu mikrofoncu, gizli kameracı sersemlere tekrar dönüyorum:
Size beddua ediyorum. Allah sizi rezil ve tepetaklak etsin. Nice politikacının yatak odalarına kadar kamera koydunuz.
İnsanların gizli günah, ayıp ve kusurlarını araştırmak suçtur, ahlaksızlıktır.
Sizler, gerçek ayıplara bir de yapay ayıplar eklediniz. Bu maksatla laboratuarlar kurdunuz. Hangisi gerçek, hangisi düzmece, ne kadarı gerçek, ne kadarı uydurma belli değil.
Kendi hesabıma konuşuyorum: Evime mikrofon ve gizli kamera yerleştirenler beladan belaya uğrasınlar. İki yakaları bir araya gelmesin. Bedduam tutarsa halleri iyi olmaz. Türkiyeyi Papa Altıncı Aleksandr Borjiya’nın Romasına döndürmek şerefli bir iş değil. Müslüman kardeşim lisan âfetine uğramış benim gıybetimi yapmış, iftira etmiş... Helal ederim ama profesyonel pislik böceklerine (Böcek!) hakkım haram olsun.
Mehmet Şevket Eygi / Milli Gazete




Mezhep savaşına davet eder gibi

Şiîlik, öncelikle kendi müsbet değerleri üzerine değil, Sünnîlik karşıtlığı üzerine oturan bir mezheptir ve tarih boyu bu temelden beslenmiştir. Dolayısıyla gayrimüslim dünyaya karşı İslâmî bir hareketleri olmamış, sürekli Sünnîlik’le ve Sünnî dünya ile uğraşmışlardır.
(...)
Çoğunluğa muhalefeti esas tutan azınlık psikolojisi, İslâm bünyesindeki ihtilâf ve tefrikayı daha da arttırmıştır.
Bölgemizdeki gelişmelere ve ideal İslâm kardeşliğine bakarken bu hususlar ve Anglo-Saxon-İsrail ittifakı politikalarının İslâm dünyasını daha da parçalamak için onun kalbine, derinliğine bir hançer gibi Şiî hilâlini sokmaya çalıştığı ve İran’ın da aynı paralelde hareket ettiği gözden uzak tutulmamalıdır.
Ali Ünal / Zaman




Kuran’ı Kerim’in kin ve adaletsizlik öğüdüne kulak verin

Kuran’ı yaşatmak ve süs olmaktan çıkartmak; onun küresel ayetlerini bulmak ve hayata uyarlamakla mümkündür. Örneğin Maide Suresi (5. Sure) 8. ayeti şöyle sesleniyor Müslümanlara:
’Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.’
Sanki yüce Allah, bu ayet ile, Türkiye’de siyaset yapanlara bakıyor da onları uyarmak için sesleniyor. Başka bir topluluğa olan kini veya öfkesi yüzünden adil davranmayı bırakıp saldırganlaşanlara ne açık bir uyarı değil mi...
Rıza Zelyut / Güneş

Yazarın Diğer Yazıları