Dayaktan yırttığımıza şükredelim!
İnsanoğlu işte, çiğ süt emmiş, nankör, kadir kıymet bilmez!..
Haline şükredeceğine bir de tutar şikayet eder:
Vay efendim niye Başbakan toplantılarında kimi gazetelere ambargo uyguluyormuş...
Vay efendim Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bakanların gezilerinde neden bazı gazeteler uçağa alınıyormuş da bazıları alınmıyormuş...
TRT ve THY gibi kurumlar hangi hakla muhalif gazetelere ambargo uygularmış...
Yandaş gazetelerin hakkını-hukukunu korumak konusunda pek cevval olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti neden bu haksızlık karşısında ağzı var dili yok gibi davranıyormuş...
***
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de bugün TGC Başkanı Orhan Erinç’in sessizliğini eleştirecektim...
TGC’nin kapısı hakkının çiğnendiği iddiasındaki gazetelere kapalıysa, kime açık diye soracaktım!
Bir gazetenin günlerce, üst üste, ısrarla kendisine yönelttiği sorulara cevap verme tenezzülü göstermeyen TGC Başkanı mı olur diyecektim...
***
Gazetelerin iç sayfalarında arada derede kalmış bir haber, bir gazetenin kaderini değiştebilir mi!
Bizimkini değiştirdi!
Bir daha mı!..
Ağzımı açmam ne TGC’ye, ne Orhan Erinç’e, ne Yeniçağ’ı görmezden gelenlere!..
Varsın görmesinler efendim; kıyamet mi kopar!
Yeniçağ da eksik kalsın, sabahları TRT’de arz-ı endan etmeyiversin, THY’de dünyayı gezmeyiversin... Kırsın dizini, bayiden, kendi internet sitesinden ulaşabildiği kitleyle yetinsin!..
***
Efendim?
Yoo başıma saksı filan düşmedi, içime Nazlı Ilıcak da kaçmadı, turp gibiyim maşallah!
Dedim ya okuduğumuz haberin etkisi!
Haber ne mi?
Hemen anlatayım:
Bursa’daki yerel gazetelerden biri “Başbakan 22 Nisan’da yapılacak AKP İl Kongresine gelmiyor” şeklinde bir haber yapmış. Sen misin bunu okura bildiren. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Bursa’da esmiş gürlemiş:
“Bursa’mızda münteşir bir gazete kocaman böyle patlak gibi gözlerle başlık atmış bugün. İçinden geçeni yazmış. ‘Başbakan kongreye gelmiyor’ demiş. Ayıp denen bir şey var. Biz siyasetçiyiz arkadaşlar. Bu kongre yapılır. Başbakanımız, Allah izin ve imkanı verirse kongreye gelir. Diyelim ki gelemedi. Ben gelirim. Diyelim ki ben gelemedim. Bu kongre yapılır. Sen ne demek istiyorsun arkadaş? İçindekini böyle başlığa çıkarman ayıp oluyor. Senin içinden geçeni ben biliyorum. Çünkü sen eski günlerin özlemi içindesin. Sen istiyorsun ki Bursa’da eskiden bazı yanlışlıklar yapılmıştı ‘Ah ne de güzel olmuştu. Nerden çıktı bu adam şimdi? Doğru düzgün kongre yapmaya çalışıyor’ diye bana çakmaya çalışıyorsun. Bana çakılmaz arkadaş? Ayağını denk al. 22 Nisan’dan sonra seninle daha rahat konuşuruz.”
***
Haberi okuyunca “hay şeyini şey ettiğim şeyi” dedim; dili...
Dilim tutulsaydı da “bizi de gör” nakaratını tekrarlayıp durmasaydım günaşırı!
Baksanıza “gördüğüne” çakıyor demek ki iktidarın bu modeli!
Bursa’da “Osmanlı tokadı”ndan ilhamla “çakan” kişi mesela Edirne’de rastlarsa adamı tuş eder vallahi! Malum yeni bitti mesir macunu şenliği; kendisi Manisa’ya vekalet etmese de ille göndermiştir hemşehrileri kendisine koli koli... Şahsen, ayağımı denk almak konusunda pek yetkin olmadığım bu dönemde Arınç’la karşı karşıya gelmek istemem yani!
Düşünsenize “madem o kadar istiyorsunuz buyrun uçağa” dediğini.... Bu kafayla, tam Fraser Adası’nın üstünde köpekbalıklarına yem etmek için bacaklarımızdan aşağı doğru sallandırabilir bizi!
Tamam geçmişte “Bülent Ersoy deme de, ne dersen de” inisiyatifini vermişliği var ama caymış baksanıza. “Dokunana çakılır” mesajı veriyor. “Lenini ölü görmek güzel” açılımını gazetecilere uyarlayabilir pekala!
Hiçbirşey yapamasa “ağlayan adam” nihayetinde; gözyaşlarıyla boğar valla!
***
Şerrine uğramamak için “patlak gibi gözlerle yazmamaya” çalışırken biraz zorlanıyorum, umarın anlatabiliyorumdur derdimi...
Demem o ki;
Şükür Yarabbi!
Varsın görmezden gelmeye devam etsinler gazetemizi...
Özür dileriz Orhan Erinç!
Özür dileriz TGC!
Biz hakkımızı korumadığınızı
zannederken meğer en büyük iyiliği siz yapıyormuşsunuz iktidardan gizleyerek bizi!
Dayaktan bu yolla yırtıyormuşuz belli ki!
Silivri’yi Maldivler sanıyor
Müyesser Yıldız’ın bir yılı aşkın süredir tutuklu bulunduğu Silivri’de, cezaevi müdürlüğüne yazdığı dilekçede “Burada yakın ilgi ve destek gördüğüm bir gerçektir. Kurumunuzdan yemek yememe kararım, yemeklerin kalitesiyle ilgili bir tepki veya açlık grevi değildir. ‘Devletimden yemek değil, adalet istiyorum’ tavrıdır” demesinden şöyle bir sonuç çıkarmış Nazlı Ilıcak:
“Her cezaevi, Diyarbakır Cezaevi’yle mukayese edilemez. “Silivri Toplama Kampı” cümlesi de, Ergenekon davasını itibarsızlaştırma çabalarının bir parçasıdır.”
Tabii canıııım, Silivri aslında Maldivler gibi bir yer... Bir üstüne personel “ilgi ve desteğini” esirgemiyorsa ne soğuk, ne rutubet hiçbiri çürütemez insan bedenini!
Kuddusi Okkır’ın, Uçkun Giray’ın ölümlerinde de cezaevi koşullarının zerre etkisi yok zaten!
Girenlere bir bir “kanser” teşhisi konuluyor olması da tamamen tesadüf; sinsi hastalık, durmuş durmuş Silivri’de ortaya çıkacağı tutmuş, Adalet Bakanlığı ne yapsın!
Silivri’nin, Mustafa Balbay’ın ifadesiyle “zulümhane” olduğunu kabul etmesi için meslektaşlarını filistin askılarında, bedenlerine elektirik verilirken, falakaya yatırılmış halde, kanalizasyonun içinde yüzerken filan mı görmesi gerekiyor Ilıcak’ın?
Hüküm giymemiş bir insanın ceza çekiyor olması bile tek başına işkence değil midir!
İntihar etmek için Suriye’ye atlayın
Türkiye’yi güney komşusuna askeri müdahalede bulunmaya ya da böyle bir müdahaleye katılmaya mecbur eden herhangi bir neden mevcut değildir; ama Türk askerini Suriye’den uzak tutmaya yetecek en az 10 gerçekçi nedeni sıralamak mümkündür.
Bir: Şu aşamada ne Ankara’nın ne de dünyanın başka bir başkentinin Suriye’ye girmekten öte, Suriye’den çıkmanın stratejisini oluşturması mümkündür.
İki: Bir çıkış stratejisi olmadan, sadece Sünnileri rejimin katliamlarından korumak için bir tampon bölge oluşturmak amacıyla Suriye’ye asker sokmak, bu ülkenin din, mezhep ve etnisite ekseninde fiilen bölünmesinden, diğer ifadesiyle “Lübnanlaşmasından” başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Üç: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterindeki silah ve teçhizat, bu tür bir asimetrik müdahaleyi mümkün olan en az sivil kaybıyla kotarmaya yetecek adet ve nitelikte değildir.
Dört: Doğal gaz akışının, Suriye’ye bir müdahale vuku bulduğunda Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanılmayacağını kimse garanti edemez.
Beş: Kürt sorunu Türkiye’nin... açık yarasıdır. Bir müdahale söz konusu olursa sadece Baas unsurlarının değil, İran’ın da Türkiye’nin açık yarasına parmak sokması eşyanın tabiatından addolunacaktır.
Altı: Suriye’ye asker sokmak, Ankara açısından Kürt sorununun uluslararasılaşması gibi kuvvetli bir riski de içeriyor.
Yedi: Bir savaş elbette ki Türkiye’nin bütçesine büyük külfetler bindirecek.
Sekiz: Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Laik-İslamcı ekseninde parçalanmış bir kamuoyundan, lüzumsuz bir savaşa birlik-beraberlikçi reaksiyon göstermesini beklemek abestir. Tabii bu lüzumsuz savaş muhalefeti daha da ezmenin, basını daha da susturmanın gerekçesi olmayacaksa...
Dokuz: Baharla birlikte İran’ın nükleer tesislerine bir İsrail saldırısının düzenlenme ihtimali hiç olmadığı kadar ciddiyete binecek. “İran-Suriye mihverine karşı Türkiye-İsrail ittifakı” tablosu, herhalde en çok İsrail karşıtı AKP elitini üzecektir.
On: Arap Suriye’ye Osmanlı mirasçısı Türkiye’nin girmesi Sünni başkentlerde de tepkiyle karşılanacak ve Ankara’nın bölgeyle ilgili Yeni Osmanlıcı emeller beslediği yolundaki şüpheleri ziyadesiyle artıracaktır.
Kadri Gürsel / Milliyet
Kasetli taşeronlar
16 Mart akşamı Karadeniz TV’de Hulki Cevizoğlu’nun programına Arslan Bulut ve Barış Yarkardaş’la birlikte, Mehmet Baransu da katıldı....
Mehmet Baransu, eski Genelkurmay Başkanı Em. Org. Hilmi Özkök’ü överken, laf kalabalığı içinde, onun da kaseti olduğunu ilan etmiş oldu: “Hilmi Özkök’ün darbelere nasıl karşı çıktığı ortaya çıkacak.(...) Gizli ses kayıtlarına göre, darbeden haberi olduğu ortaya çıkacak...” (Yeniçağ, 18 Mart 2012)
Umarız bu ifşaattan en çok Tayyip Erdoğan ders çıkarır ve İşçi Partisi’nin “kasetli siyaset” konusundaki uyarılarını artık anlar. Çünkü “o merkez” sadece karşıtlarını değil, taşeronlarını da, hizadan çıkmasınlar diye izliyor.
Mehmet Ali Güller / Aydınlık
Değişim diye ben buna derim
Onu da tutuklayın bunu da tutuklayın.. Hak ettiler içeri atın, bir daha bırakmayın..
İddianamede mercekle hata aramak Ergenekonculara, balyozculara hizmet etmektir..
İşi sulandırarak hizmet etmektir..
Anlamında yazılar döşenen..
Ağır dil kullanan.. İtham eden.. Eline fırsat geçse; ’hayırcılar’ı içeri tıkacak kadar keskin olan..
Etyen Mahçupyan’ı tanırsınız değil mi?
Geçen gün muhalefetin kozlarını sıralarken şöyle demiş:
’Saçma gerekçelerle bezenmiş iddianamelerin ve yasal zemini zayıf hukukluluk hallerinin devamı da bu stratejiye cephane sağlıyor.’
Vay be..
İddianameler saçma gerekçelerle bezenmişmiş..
Yani donatılmışmış.. Tutukluluk kararlarının yasal zemini zayıfmış..
Değişim diye veya pozisyon alma diye işte ben buna derim..
Hatırsınız, geçen yıl kitabın adının ’tutukluk’ için yeterli sebep olduğunu savunmuştu..
Mehmet Tezkan / Milliyet
Rızaya dayalı tecavüz(!)
Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı, 14 yaşında bir çocuğa tecavüz eden 22 erkekle görüşmüş. Ne oldu diye anlattırmış ve şu kanaate varmış:
“... Ç.K.’nın zekâ düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğu, ailevi problemlerinin bulunduğu, anne ve babasının ayrılması neticesi psikolojik sorunlar yaşadığı, düştüğü bu durum neticesi birçoğu rızaya dayalı ilişkiler yaşadığı...” Her bir kelimesiyle insanın öfkesi katlanıyor; yerimde duramıyorum. Ben şimdi burada 14 yaşında bir çocuğun, üstelik zihinsel gelişimi yaşıtlarına denk olmayan bir çocuğun nasıl rızaya dayalı ilişki kurabileceğini sormayı zül sayarım. Bunun üzerine bir saniye düşünmek ayıptır, şu lafı uzattığıma yanarım. Bu ülkede en azından insanlığın bir kırıntısında uzlaşamadıysak, gerisi ne?
Pınar Öğünç / Radikal
Mugalata değil cevap istedik
“Afganistan’da ne işimiz var?” yazımız Dışişleri canibinden ve “muhafazakâr mevkute yazarları”ndan tepkiler aldı. Genelde tepkiler beş ana maddede toplandı:
1) Türkiye’nin Afganistan’la ilişkileri çok eskilere dayanır... Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’da şehit düşen çok sayıda Afganlı var... Mustafa Kemal, her zaman Afganlılara minnet duymuştur.
Sorumuz şu: Bugün NATO veya ISAF şemsiyesi altında bulunan Türk askeri dün İngilizlere ve Ruslara, bugün işgalci Amerikan, İngiliz, Fransız vd. ülke askerlerine karşı yurtlarını savunan Afganlıların yanında mı, yoksa işgalcilerin safında mı yer almış bulunuyor? Mugalataya gerek yok. Net ve berrak bir soruya net ve berrak cevap bekliyoruz.
2) İslam topraklarını işgal edip kaynaklarını talan edenlerin, yurdunu ve daru’l-İslam’ı savunanları kitlesel katliamlara, zorunlu göçe tabi tutan işgalcilerin yanında yer alması caiz mi? Mesela “fakih hocalarımız” kitaba bakıp bize ne der acaba?
3) En ibretamiz gerekçe Star’dan (22 Mart) Sedat Laçiner’inkiydi ki, Laçiner hükümetin çeşitli iç ve dış politik tutum alışlarda referans aldığı bir kuruluşun sembol ismidir:
a) “Varlığın bir nedeni dost ve kardeş bir ülkeye yardımsa ikinci sebebi Türkiye’nin ekonomik ve siyasî çıkarlarını daha iyi korumaktır.” (Biz ise, Türkiye’nin çıkarlarının asıl bu sebepten zarar gördüğünü düşünüyoruz);
b) “ISAF bünyesinde Türkiye gibi Müslüman, seküler ve demokratik ve elbette aynı zamanda Afganistan dostu bir ülkenin olması Batı’nın aşırılıklarını da bir ölçüde törpülüyor.” (Sahi mi? Türkiye 40 bin sivilin öldürülmesine, son 3 yılda 500 bin Afganlının evini terk etmesine, misket bombalarının atılmasına, sivillerin katline mani mi oldu? Olduysa neden bizim haberimiz olmadı? Demek Türkiye’nin orada bulunmasının ‘laik bir sebebi’ de varmış, öyle mi?)
4) Muharip olmasa da, işgalin meşruiyetini reddetmek amacıyla askerimizi bir an önce çekmemiz lazım.
5) Laik-Batıcı çevreler daha açık bir gerekçe öne sürdüler: “Türkiye bir NATO ülkesidir. İttifak gereği, Afganistan veya başka yerde asker bulundurma zorunluluğu var.” Bu ‘dürüstçe’ öne sürülmüş bir gerekçedir. Biz de diyoruz ki, Türkiye bu zorunluluklar gereği davrandıkça bölgede hiçbir varlık gösteremez, Batı’nın kolluk kuvvetlerinden biri olur sadece. Ayrıca bugün “NATO’ya ne kadar ihtiyaç var?” bunu da tartışmaya açmakta zaruret var.
Ali Bulaç / Zaman