Cumhuriyetin dış politikası
Cumhuriyetin dış politikası “Yurtta sulh. Cihanda sulh” prensibine dayanıyordu. Gazi Paşa bu ifadeyi kullanırken kendisinde iki temel endişe hâkimdi: Bir; savaştan çıkmış, genç nüfusunu kaybetmiş, yaralı bir memleketin dertlerine derman bulmak. İki; uzun yıllar süresince ilişkilerimizin bozulduğu komşularımızla münasebetlerimizi karşılıklı güven esasına dayanan bir düzene koymak.
Bu politika hayatın gerçeklerine dayanıyordu. Genç kurmayların ve sivil kadroların örs ve çekiç arasında dövülerek 10 yılı aşkın süre savaşlarda kazandıkları tecrübe, soğukkanlılık ve bilgi, dış politikaya hâkimdi. Cumhuriyetin başlangıç yıllarında eğitimin temel felsefesi bizim insanımızı yetiştirmekti. Hak ve hakikat duygusuna bağlı bu ülkeyi seven, vatanıma ne verebilirim sorusunu her dem soran insanları yetiştiren bir eğitim sistemi kurmuştuk. Bu sistemde tarih şuuru, milli dil ve Türk Dünyası vardı.
“Şu güneşin doğuşunu görür gibi, esir Türk illerinin hürriyetlerine kavuşacaklarını öyle görüyorum” diyen Gazi Paşa bu beyanına tam bir gerçekçilikle şu sözleri ekliyordu; “Sovyetler Birliği bizim tarihi ve büyük komşumuzdur. Onunla ilişkilerimizde daima dost ve dikkatli olmalıyız. Bu dostluk içinde Türk Dünyasının kurtuluşu daha erken ve daha sağlıklı olacaktır.” Demek ki dış politikamızın ufuk hedefi Türk Dünyası idi. Türkiye, Yunanlıların hiçbir savaş kuralına uymayan zulümlerini, Ermenilerin bağrımıza açtığı yaraları deşmedi, işletmedi. Onları kabuk bağlamaya terk etti. Yunanistan’ı kışkırtan, yönlendiren silah ve para yardımı yapan İngiltere ve Fransa’ya karşı da aynı üslup takip edildi. Orta Asya Türklüğü Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’ye yardım için seferber olmuş, iki vagon altın toplanmıştı. Bu paralar Lenin’e teslim edildi. Lenin büyük bir bölümüne el koyarak kalanı Türkiye’ye para, silah ve mermi şeklinde gönderdi.
Sovyetler Birliği ile Kurtuluş Savaşı ve sonrasında ilişkiler gelişerek devam etmiş ve Türkiye 1. Beş Yıllık Kalkınma Planının uygulanmasında, İktisadi Devlet Teşekküllerinin Anadolu’da çiçek bahçesi gibi açılmasında bu ilişki, teknoloji alanında çok faydalı olmuştur. Bu güzel gelişmeler, Stalin döneminde Türkiye’den toprak talep edilmesiyle darbe yemiştir. Bu talihsiz tavrı Türkiye şiddetle reddetmiş ve vatanın bütünlüğünü, milletin son ferdine kadar çarpışarak koruması kararı almıştır.
İran’la ilişkilerimiz de aynı dikkat çizgisinde sürdürülmüştür. Bugün 75 milyon nüfusu ve 1,6 milyon km2 (Türkiye’nin iki katından daha fazla) ile yüzölçümü bizden daha büyük tek komşumuzdur. Ülke nüfusunun %46’sı Fars, %36’sı ise Türk’tür. Bir başka ifade ile İran’la savaşmayı düşündüğünüzde karşınızdaki yüz insandan 36’sının Türk olduğunu düşüneceksiniz. Şahsi araştırmalarıma göre İran’da Türk oranı bu rakamın çok üzerindedir.
Stalin’in toprak talebinden sonra Türkiye dış politikasında Batı’ya daha büyük ağırlık vermeye başladı. Bunun sonucunda da NATO’ya girdik. ABD’den sonra en büyük orduyu Türkiye silah altında tuttu, bağımsızlığı uğruna göz bebeği gibi sevdiği ordusunu, yüklendiği zahmetli ortaklıkta yalnız bırakmadı.
NATO üyeliği Türkiye’yi Batı Dünyası içine sokamadı, sadece kenarında yer almasını sağladı. NATO, çok uluslu tekelci sermayenin menfaatlerini korumak için kurulmuştu. Bu görev çizgisinde halen ayaktadır. Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra NATO’da tehdit önceliğini “Uluslararası Terörizm-Radikal İslam” aldı. NATO, Birleşmiş Milletler’in görevini de yüklendi. İhtilafları yumuşak metotlarla çözmeye çalışan Birleşmiş Milletler’in yerini NATO’nun soğuk ve insafsız uygulamaları aldı. Libya bunun en taze örneğidir. Füze kalkanının Kürecik’e yerleştirilmesinin Türkiye’nin NATO ve Batı âlemi nezdinde ağırlığını artıracağı söylendi. NATO’nun Suriye konusunda aldığı son karar bu yalan balonunu patlattı.
Artık külahımızı önümüze koyup ciddi bir biçimde dış politikamızı düşünmek zorundayız. Kişi veya kişilere bağlı dış politika olmaz. Gittikçe artan yalnızlığımızın artık farkına varmalıyız. Elin oğlu bağımsız değil bölünmüş ve parçalanmış bir Türkiye istiyor. Bu sebeple biz dış politika konusunda tek ses, tek yürek, tek akıl olmaya mecburuz. Düşürülen uçağımızdan sonra Batı’dan destek bulamadığımız apaçık ortadadır. Son Cenevre toplantısından çıkan sonuç, Türkiye için önemli bir ders olmalıdır. Türkiye emperyalist stratejilerden kurtulmuş, şahsiyetli, bölgesinde güven ve istikrarı sağlayan bir siyasetin temsilcisi olmalıdır. Duymasını bilirsek Cumhuriyetin kuruluş yılları bize her şeyi söyleyecektir.