Cumhurbaşkanı bana dedi ki!..
Tahminimce mizansen şu şekilde oluşturuluyor;
Cumhurbaşkanı “mesajlarını yazsınlar” diye uçağında taşıdığı gazetecileri karşısına diziyor. Birinin kolu öbürünün bacağının arasında, birinin kafası ötekinin koltukaltına sıkışmış düzende dizilen gazeteciler ellerinde kalem “yaz” komutunu bekliyor.
Cumhurbaşkanı’nın ağzını açmasıyla “maraton” başlıyor, o anlatıyor, karşısındaki hayli kaynaşmış grup “katip”lere taş çıkartacak hızda not alıyor; mazallah bir kelime atlarlarsa, önümüzdeki gezi kadrosunda yer bulamamak var işin ucunda. Yegane kriter “seçilmiş” olmanın hakkını vermek; “layık olmak” kendilerine o uçağın kapısını açanlara!
Ve işte hasretle bekledikleri o an;
Hani kutsal saydıkları yapılara gidip ellerini yüzlerini sürenler vardır ya... Hıh işte tam da o kıvamda sırayla Cumhurbaşkanı’nın karşısındaki koltuğa şöyle bir değdirip kalkıyorlar.
Hasan Cemal oturuyor... “Şak” kalkıyor...
Soğumasına fırsat vermeden Taha Akyol oturuyor... “Şak” tamamdır...
Sıra Ruşen Çakır’da... “Şak” ...
Sıradakiiiii!..
Fehmi Koru bu kez koltukta...
Herkes mutlu.
Tam bir al gülüm ver gülüm hikayesi...
Cumhurbaşkanı sözü “ama” diye, “fakat” diye, “nasıl olur” diye kesilmeden, karşısında sorgulayıcı, şüpheci bakışların baskısını hissetmeden söylemek istediği kadarını, söylemek istediği şekilde söylemiş, propaganda malzemesini istediği standartlarda “kurye”lere teslim etmiş.
Uçakta “bardak” kılığına bürünen gazetecilere gelince...
Eh onlar da “yol arkadaşlıkları”nın mükafatı olarak, uçak akreditesi olmayan gazetecilere nispet yapabilecekleri en yeni “samimi poz”larına kavuşmuşlar; değmesin keyiflerine!
Ertesi gün kocaman başlıklar, çarşaf çarşaf yazılar:
“Cumhurbaşkanı BANA dedi ki...”
“Özel sohbetimizde Gül BENİMLE öyle bir bilgi paylaştı ki...”
Cümleler bire bir böyle değil ama hepsi aynı havada:
Ben, ben, ben... Oradaydım, onunlaydım, tam yanındaydım, en yakınındaydım... Beni seçti... Bana anlattı...
Sorası geliyor insanın;
Eee başındaki kuş nerede; yoksa kondurmadı mı!
Hem seni seçtiyse aynı cümlelerinin rakip gazete manşetinde işi ne!
Aaa bir de bakıyorsunuz, birinin “bana anlattı” dediği ötekinin de köşesinde!
“Milliyet’e özel açıklama” , aynı gün “Hürriyet’e özel” yayında!
***
Yıllardır aynı komedi...
Bakmayın büyük gazetecilik başarısı göstermiş, Cumhurbaşkanı’nın ağzından kerpetenle laf almış, büyük sırra ulaşmış pozlarına... Bırakın “büyük gazeteciliği, “ayrıcalıklı gazeteciliği”, en mütevazi haliyle “gazetecilik” bile değil “konu mankenliği” yapıyorlar orada. Devletin zirvesine Cihangir’den figüran taşıyacak değiller ya, daha önce her ayrıntısı planlanmış olan bir olayı canlandırsınlar diye bu beyefendilerini topluyorlar “köşe” başlarından!
“Son Ergenekoncu” Ahmet Altan
Bu da oldu sonunda... Zaman yazarı Bülent Korucu da bugüne kadar kendileri ile aynı paralelde yayın yapan Taraf’ı “cemaatçi olmadığını ispat için ulusalcılaşmakla” suçladı!
Fazlası var eksiği yok, Korucu dünkü köşesinde aynen şunları yazdı:
“Abartılı özgüvene bir de bağımsızlığını ispat etme güdüsü de eklenince iş, ”önüme gelene bin tekme“ oyununa döndü. Son zamanlarda Wikileaks belgeleri yayınlanırken söz konusu psikoloji iyice kendini hissettirmeye başladı. (...) Taraf, hakkındaki ‘cemaatçi’ suçlamalarından kurtulmak için
kontrataklar yapıyor. Yeni ’sızıntı’lar iyi vesile oldu. Dün tam sayfa yayımlanan çelişkili bilgiler ulusalcıların tezviratlarını hatırlattı. Hangi gazete olduğunu kapatsanız başlık ve ara başlıklardan ulusalcı bir gazete sanabilirdiniz. (...) Şimdi Tarafçılar, ‘biz yapmadık, miki yaptı’ savunmasına geçecektir. Lakin editoryal tercihler, başlıklar ve yayınlanan-ertelenen kısımlar suçun tamamını miki’ye yıkmayı mümkün kılmıyor. Taraf, kendini güçlü kılan şeyi heder ediyor...”
Bu “ayar”dan sonra ister misiniz Ahmet Altan bir de “son Ergenekoncu” olsun başımıza!
Medya Erdoğan’ın tutuklu gazetecilerle ilgili sözlerini tartışıyor
Hasan Tahsin de “terörist”ti
Diyor ki Sultan:
“Bazı gazeteler, devlete dil uzatıyor. Biz memleket için çabalarken, onlar fesat için yalan haber yazıyor. Devlete laf eden, ‘vatan haini’ sayılacaktır.”
Kim mi Sultan?
Abdülhamit Han...
30 yıllık diktatörlük döneminin padişahı...
Hıfzı Topuz’un “Türk Basın Tarihi” kitabından (Remzi, 2003) yukarıya alıntıladığım sözleri, Namık Kemal’in bir yazısı üzerine çıkardığı kararnamede yer alıyor.
Yıl: 1867...
Neredeyse 150 yıl önce...
***
Bu kararnameyle basına sansür kondu, gazeteler kapatıldı, kitaplar yakıldı, gazeteciler tutuklandı.
Saray, gazetelerden “Padişah’ın değerli sağlığına dair haberlere öncelik verilmesi”ni istedi.
Basını susturmanın bir yolu “Padişahım çok yaşa” demeyeni “vatan haini” saymaksa, diğer yolu gazete ve gazetecilere ödenekten para vermek, yani onları satın almaktı.
Çoğu gazetecinin vicdanı, cüzdanıyla susturuldu.
***
Tutuklu gazetecilerin aslında “terörist” olduğunu izah eden Başbakan’ı dinlerken, 150 yıl öncesine gittim.
Kim sağlık haberini yazmış da, kim hangi örgütle ilişkilendirilmiş de, kaçının basın kartı varmış da...
Verelim basın kartlarını, onların olsun!
Baskıcı her hükümet, tahakküm için kendi mazeretini yaratır.
Bugünün “kahraman”ı Hasan Tahsin, işgalci gözünde “terörist”ti.
***
Dedim ya, her iktidar, muhalefeti illegal diye damgalayarak kendine yer açar.
Bakmayın şimdi mahkum olmamış insanları “örgüt militanı” diye yaftalamasına; Başbakan da bu “ilişkilendirme” hastalığından çok çekmiştir.
Zamanında onun hareketi de “şeriatçı” diye nitelenmiş, partileri Hizbullah’la, El Kaide ile ilişkilendirilip kapatılmıştır.
Ama dünün mağdurları, bugünün mağrurları oldu.
“Bana yapılan cadı avını ben yapmayayım, kendimi mahkeme yerine koymayayım, bu ayıba kılıf yaratmayayım” demek yerine karşıtlarına “terörist” damgası vurmaya koyuldu.
Olsun!
Kimin aslında ne olduğu yazılır nasılsa basın tarihinde:
Matbuatın da...
İstibdadın da...
Can Dündar / Milliyet
Adaletsizliğin böylesi...
Gazeteci sıfatı basın kartıyla belirlenmiyor. Bir gazeteden maaş alan, meslek olarak gazeteciliği benimsemiş kişi gazeteci sayılıyor... Çağdaş Gazeteciler Derneği diyor ki:
“Başbakan bu konuşmasında, medya mensupları ile ilgili görülmekte olan davalar hakkında siyasi değerlendirmelerde bulunarak yargıyı etkilemekte, yasalara aykırı davranmaktadır.”
Aslında Başbakan’ın muhatapları hapisteki gazeteciler. Ama onlar yanıt verme hakkına sahip değiller... Onlara karşı bir de böylesi adaletsizlik sergileniyor...
Melih Aşık / Milliyet
Benim gazeteci olduğuma karar verme hakkını Başbakanlığa bağlı bir kamu kurumuna vermek istemedim. Bu yüzden de sarı basın kartı almadım. Şimdi ben gazeteci değil miyim!
Fatih Altaylı / Habertürk
Davaları izlerseniz neden yargılandıklarını öğrenirsiniz
Biliyorsunuz hapisteki gazeteciler ’Yazdıklarına gıcık oluyoruz’ ya da ’Gazeteni sevmiyoruz’ diye değil, Ergenekon ya da PKK bağlamında ’örgüt üyeliği’ veya ’propagandası’ ile suçlanıyor. Bakanlık da, Avrupa Parlamentosu, AB Komisyonu ve de Başbakanlık’a kimin neyle suçlandığına dair Excel dokümanları gönderiyor. Sütun sütun.
Gel gör ki, o uzun listelerdeki gazetecilerin çoğu, bir terör eyleminden dolayı değil, ’yazdıkları’ haber ya da çalıştıkları yerdeki topluca gözaltılar veya gizli tanık ifadesi ya da ’telefonda konuşmaları’ nedeniyle suçlanıyor. Yani ortada eylem yok, yazmak ve telefonla konuşmak dışında fiil yok ama terör suçlaması var. (...) Hükümet gerçekten araştırmak istiyorsa, hakikate ulaşmak zor değil... Objektif birilerinin bu dosyalara bakması, soruşturmaları izlemesi, davalara gitmesi, polis veya savcılık ifadelerine bir göz atması yeter.
Aslı Aydıntaşbaş / Milliyet
İmajımıza asıl zararı, kitabı bombaya benzetenler verdi
Türkiye’yi şikâyet ediyorlar, çok zarar veriyorlar imajımıza diyorsunuz...
Hardtalk’ta Bağış’ınki gibi eşsiz bir performans yahut da Avrupa Parlamentosu’nda ‘kitabı bombaya benzetmek’, imaj zedelemeye, sendikadan çok daha büyük katkı sağlamıştır.
Ne sendika ne de öfkelendiğiniz Kılıçdaroğlu bunu başarabilirdi, gazetecilerin nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğunu böyle anlatabilirdi. Bizim imajımız sizlersiniz Sayın Başbakan...
Ezgi Başaran / Radikal
Basın yoluyla kişilik katli
Şüphe yok, “belge” gazeteciliğin asli malzemesidir. (...) Ancak her şeyin bir aşımı oluyor ve her şey bir denetim gerektiriyor...
Geldiğimiz nokta itibariyle şunu görmekte yarar var:
Basına akan, gelen, getirilen, verilen, bulunan ya da elde edilen bu belgeler, kendilerini aşan bir “doku” oluşturmaya başladılar. Buna uygun yazarlar ve muhabirler kitleleri, buna uygun haber ve yorum dili, hatta haber hiyerarşisi, bir tarz üretmeye yüz tuttular. Kapılar açtılar: Gazetecilik yapma amacı taşımayan, haber ve yorumu başka bağlantılar içinde, farklı amaçlarla kullanan isimlere ön cephelerde yer vermeye başladılar. İlkeleri dışlayan, kişilik katli, zaman zaman linç talepleri üzerinden “Robespiyerci bir infaz dili”ni meşru hale getirmeye yöneldiler...
Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak
“Zaman yazarı Başbakan’a çaktı” haberleri rahatsız etti
Sözcü değilim
Belirtmek gerekir ki, bu köşenin yazarı hiç kimsenin sözcüsü değildir. Tabii ki “Zaman yazarı”yım. Bundan gurur duyuyorum...
Lakin ben ne Zaman Gazetesi’nin, ne Hocaefendi veya cemaatin sözcüsüyüm. Kimse bana böyle bir görev yüklemiş değil, bu yönde en ufak bir telkinde bulunmuş da değil...
AK Parti’ye ve Sayın Başbakan’a gelince. İşi, mesleği yazmak-konuşmak olan birileri tabii ki AK Parti ve iktidarla ilgili görüşlerini beyan edecek. Bu hem görevi, hem sorumluluğu. Şundan ki:
a) Biz AK Parti’yle aynı fikrî ve politik gelenekten geliyoruz;
b) Sayın Başbakan başta olmak üzere en tepedeki onlarca zatla kadim ve bugün de süren hukukumuz var;
c) Karar ve icraatlarının faturası bize çıkmaktadır;
d) Aldığı kararlar, yaptığı temel tercihler ülkenin geleceğini, İslam dünyasını etkilemektedir.
Medya üzerinden eleştirmek bir tür istişare, iyi niyetli ikaz, siyasetin esası olan kamusal müzakere ve karar süreçlerine katılma biçimidir.
Ali Bulaç / Zaman
“The Fitne”nin adresi okyanus ötesi
“Başbakan’a ömür biçenlere” bir tepki de Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi’den geldi. Selvi “insanlığın sükut ettiği nokta”, “çukurluk”, “kahpelik” diye tanımladığı haberlerle ilgili yandaş medyanın daha önceleri dillendirmekten imtina ettiği o adresi gösterdi:
“Onların bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı var. Biz yeter ki merkezi Washington olan, ” The Fitne“nin farkında olalım.”