Çırpındıkça batıyorsun...

Ortaya attığımız bir “Halit Kakınç makalesi”ydi; “çamur” diyorsanız o sizin takdiriniz!


Halit Kakınç’ın, tıpkı bugün Yahudilere reva görülen zulmü eleştirdiği gibi, vakti zamanında da “Nürnberg Mahkemesi’nin Zalimane Kararları” nı eleştirdiğini hatırlattık diye niye bu kadar öfkelendiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Daha birkaç gece önce, CNNTürk’te “Hepimiz geçmişimizle yüzleşmeliyiz. Arınmalıyız...” demiyor muydu?
Bütün yaptığım buydu;
Yüzleştirmek!
Hepi topu 36 yıl önce yazılmış bir yazı;
“Mahkemenin yaptığı usulsüzlükleri dile getirmek Nazizmi savunmak değildir, bugün olsa yine aynı yazarım” diyebilirdi...
Veya..
“O gün Nazi liderlerinin mağdur edildiğine inanıyordum ama aradan geçen 30 yılda yaptığım araştırmalar beni bambaşka bir noktaya getirdi” diyebilirdi... İkisi de anlaşılabilirdi...
Ama o ne yaptı?
Tuttu, önce inkar etti, sonra telaşlı ve tutarsız bir savunma geliştirdi, son olarak da saldırıya geçti!
Bu neyin paniği? O yazının yahut geçmişte bağlantınız olan kişi ve kurumların gün yüzüne çıkması niye bu kadar rahatsız etti?
“Hata üstüne hata” yapıyormuşum. Bu yolda gidersem “Şu sıralar çamur atması ile tanınan şaibeli bir gazeteye benzermiş” kariyerim!
Pardon da, madem “hatalı” yazdıklarım, niye yazdığıma geldiniz gönderdiğiniz “son” e-postada?
Büyük Gazete’deki Halit Kakınç imzalı yazının size ait olmadığını ispata çalışırken “o sırada 24 yaşındaydım” diyordunuz; 24 yaşında adamın motor becerileri gelişmemiş, kalem tutmayı beceremezmiş gibi!
Ne oldu; şimdi “ben o yaşta İngilizce, Almanca çeviriler yapıyordum” demeye başlamışsınız!
Büyük Gazete ve fikir çevresiyle “uzaktan yakından” ilginiz olmadığını, olamayacağını iddia etmiştiniz.
Ne oldu; şimdi Büyük Gazete’nin de patronu olan Mehmet Şevket Eygi’nin sahibi olduğu Bedir Yayınevi için çeviri yaptığınızı kabul etmişsiniz!
Yolladığınız her cevapla tabiri caizse çırpındıkça batıyorsunuz...
Benim ortaya attığım şey bir “Halit Kakınç makalesi”ydi! Siz bunun “çamur” olduğunu düşünüyorsanız, sizin takdiriniz...
Bu konuyu daha fazla uzatacak değilim; yerim ölçüsünde düne ve bugüne ait iki yazıyı yan yana koymakla yetiniyorum, aradaki bin farkı okur
bulsun...


+++


Halit Kakınç/ 9 Kasım 1976 / Büyük Gazete:
Mahkemeden Nazi liderlerine zulüm



Hitler Almanya’sı 1945 Mayısında teslim olmuştu. Hitler birkaç gün önce intihar etmek suretiyle düşmanlarının eline düşmekten kurtulmuş bulunuyordu. Fakat milliyetçi Almanya’nın sivil ve askeri büyük şahsiyetlerinin çoğu müttefiklerin esareti altına düşmüşlerdi. Galip devletler, bu şahsiyetleri Nürnberg şehrinde muhakeme ettiler. 1 Ekim 1946 tarihinde bu mahkeme 21 ileri gelen Nazi lideri hakkında verdiği kararı açıklıyordu.
Bu karara göre Nazi liderlerinden 3 kişi beraat ediyor, 7 kişi (bazısı müebbet olmak üzere) çeşitli hapis cezalarına çarptırılıyor, 11 kişi de idama mahkum ediliyordu.
Nürnberg mahkemesi galibiyet sarhoşluğuyla Yahudi kininin birleşmesinden meydana gelen ve dünya adalet tarihinde kara bir hatıra olarak kalacak bir zulüm mahkemesiydi. Mağlup olan bir devletin, emirlere itaat etmekten başka suçu bulunmayan askerlerini ağır cezalara çarptıran ve suretle devletler umumi hukuku kaidelerini ayaklar altına alan bu mahkemenin heyetine Alman Hava Kuvvetleri Kumandanı Mareşal Göring şöyle sormuştu:
- Bizi burada hangi kanuna dayanarak muhakeme ediyorsunuz?
Hakimler bu sual karşısında şaşırmışlar, birbirleri arasında istişare ettikten sonra reis şöyle demişti:
- Sizi mahkum etmek için dayanacağımız hukuk kaidelerini burada tespit ediyoruz.
Göring’in acı kahkahası salonda çınlamış:
- Demek ki makabline (öncesine) şamil ceza maddeleri ortaya koyuyorsunuz, diye haykırmıştı.
Vereceği kararı çok daha önceden kestirmiş bulunan mahkeme, onbir Nazi liderini ölüme (iple asılarak idam edilmeye) mahkum ediyordu.
(...)
Mahkemenin usulsüzlüğüne ve peşin hükümlülüğüne karşı çıkan Hermann Göring celladın elinde ölmeye tahammül edemedi, karardan sonra infazı beklemeden, nereden temin ettiği belli olamayan zehiri yutarak kendi hayatına kendisi son verdi.
Nürnberg mahkemesinin kararını açıklamasından tam 15 gün sonra, 16 Ekim 1946 tarihinde sabaha karşı Amerikan Yahudisi cellat John G. Woods, idam sehpasının on ampul ile aydınlatılan on üç basamağını yavaş yavaş tırmandı.
(...)
Saat tam 1.14’te III. Reich’ın Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop getirildi. Son arzusu sorulduğunda şöyle mırıldandı Ribbentrop:
- Tanrı Almanya’yı korusun! Tanrı ruhumu şad etsin! Son arzum Almanya’nın yeniden birliğine kavuşmasıdır.
Ardından sırasıyla diğerleri getirildiler.
(...)
Enternasyonel bir askeri mahkeme, çoğu asker olan devlet adamları için “iple asılmak” gibi o zamana kadar görülmemiş bir karar almıştır. Mahkemenin usulsüzlüğü ve hiçbir hukuk kaidesine uymayışı bir yana, Nazi liderlerinin bu şekilde alçaltılmaları tamamen planlı olmuş, hiçbir karşı itiraza kulak verilmemiştir.
İdamların infazından sonra “Sözlerini yağlı sicimle gırtlaklarına tıkadım” şeklinde ifade veren Amerikalı Yahudi cellad John G. Woods, ipi normalinden ince hazırlamış ve belirtildiğine göre bazı mahkumların ipte can çekişmesi on dokuz dakika civarında sürmüştür.
(...)
Savaş sona ermiş ve kabak mağlup tarafın başına patlamıştır. Savaşı kaybeden Almanya’da en az 50 bin kişinin idam edilmesini savunan Stalin ve Siyonizm muzaffer olmuştur.


+++


Halit Kakınç/ 22 Eylül 2012 / Yurt Kültür Eki:
Antisemitizm vahşileşiyor



Yıl 1941-42... Antisemitizm vahşileşiyor. Avrupa’nın Nazi Almanya’sı’nın çizmesi altında kalan ülkelerinde saldırılar azgınlaşıyor. Toplama kampları kuruldu, kurulmak üzere... Romanya da, bu çarkı içinde. Ama, deyim yerinde ise daha bir çıkarcı... Göç kapıları açık tutuluyor. Yahudiler’den, gerekli koşulları yerine getirenlerin - yani para bulanların, ülkeyi terk etmelerine, Filistin’e göçmelerine izin veriliyor.
Struma da böyle bir göç gemisi. Eski püskü, dökülüyor. Yalan yanlış bilgilerle lüks bir transatlantik gibi sunuluyor. 800’e yakın yolcu balık istifi dolduruluyor.
Hedef, Köstence’den İstanbul’a gelip karaya çıkmak. Kara yolundan Filistin’e gitmek. İstanbul’a ulaşılıyor ulaşılmasına da karaya çıkmak mümkün olamıyor.
Türkiye izin vermiyor. Dahası karantina bayrağı çektirilip dışarı ile bütün temas yasaklanıyor. 72 gün açlık-susuzluk-hastalık ve sefaletten sonra bir römorkör eşliğinde Şile açıklarına götürülüyor. Sabaha karşı bir Sovyet denizaltısının gönderdiği torpido ile dram noktalanıyor.
(...)
Dünya üzerinde hiçbir şeyi sonsuza kadar kapalı tutamazsınız. Unutturamazsınız. Türkiye’deki yakın geçmişi sorgulama evresi başladı. Bence tam zamanında örtüler açılmış oldu. Struma da açılanlardan biri.
Olayın aslında uzun bir öyküsü var. (...) Yazmaya başladım, karşıma Struma diye bir gemi çıktı.
Bir zamanlar İstanbul’da Sarayburnu önlerinde öylece yattığından başka bir bilgim yoktu. Yahu neydi bu Struma? Kimin nesiydi? Buradaki işi neydi? Yiğitliği korumak için yazmaktan başka çarem kalmadı.

Selcan Taşçı



BASINDAN SEÇMELER



Yüzsüz general, yüzünü gösterse
...Bu yazıyı; “ifade özgürlüğünün var olduğuna dayanarak” yazıyorum. (...) dava; yüzsüz generalin “pusucu gazeteciliğe” getirip yayınlayın diye verdiği “balyoz bavulu”ile başladı. (...) Çağırsın bavulu savcılığa taşıyan muhabiri: “Yüzleri açık, isimleri belli, düşünceleri ortada, sarıldıkları değerler bilinen 324 subay, “darbe düşündüler” diye 5 bin yıl hapis yediler. Emeklerimiz verime ulaştı...Artık hiçbir ordu, Türkiye’de ve Ortadoğu’da darbe yapmayı düşünemez... Ben de yüzümü açıklayacağım... Çek resmimi, yayınla gazetende...” deyiversin.
Artık korkuya gerek yok.
İşte yüzüm. İşte adım.
Niçin 2003 yılında yapılan plan tatbikatında “darbe düşünüldüğünü” 7 yıl bavulda gizledim? Niçin savcıya gidip, “Kendi uçağımızla camilerimizi bombalayacaklar. Kendi uçağımızla kendi uçağımızı vurup, Yunan vurdu diyecekler. Halkı birbirine düşürüp darbe ortamı yaratacaklar. Savcı bey harekete geç” demedim? Niçin bunu demek için 2010 yılı ocak ayına kadar bekledim? İşte şimdi açıklıyorum desin.
Yüzsüz generalden bekliyoruz. Yüzünü göstersin ki, TV’lerde her gece yayınlanan “yüksek fikir yüklü programlara” çağırılsın ve program yöneticileri; “çok güvenilir demokrat generalimizin yorumunu almak üzere bağlanıyoruz” diyebilsin. Bağlantı kurulusun.
Gazeteci şu soruyu
sorsun: Sayın yüzsüz generalim, yüzünü gösterdin halkımızı sevince boğdun. Yalnız şöyle bir durum var: Balyoz davasından mahkum olaar için; “Tam bağımsızlıktan yanaydılar. ABD’nin ve AB’nin Ortadoğu’da plan yapıp harita değiştirmesi isteklerine boyun eğmiyorlardı. Çünkü bu yeni haritada Türkiye küçültülüyordu. Büyük Kürdistan yaratılıyordu. Irak’a ABD ordusunun yanında Türk askeri gönderilmesine de bunun için karşı çıkmışlardı. Türk savaş sanayinin geliştirilmesine çalışıyorlardı. PKK terörünü sıfırlamışlardı ve bölünmez bütünlükten taviz vermiyorlardı. Tam laikçiydiler” Bu yüzden balyozu yediler diye yorumlar yapılıyor Sizin yorumunuz nedir?
Hadi yüzsüz generalim. Duyalım.
Necati Doğru / Sözcü

+++

Ete soğan
doğrama vakti

Bu işler gazete sayfalarına döküldüğünde, savcılık devreye girip soruşturma açıldığında mikrofonlar Hilmi Özkök ’e çevrilmişti.. Dönemin Genelkurmay Başkanı idi.. Komutanların darbe yapma isteğine karşı çıkmıştı.. Geçit vermemişti.. Ankara’daki toplantıları da İstanbul’daki semineri de bilen en yetkili kişiydi.. Soruldu.. Kasaptaki ete soğan doğramam dedi..
Aradan iki yıldan fazla zaman geçti.. Et kasaptan alındı, mutfağa getirildi, marine edildi, jülyen kesildi, veya kuşbaşı yapıldı, sıra soğana geldi.. Özkök hala soğanı doğramıyor.. İleri de diyor; ileride konuşacakmış, değerlendirme yapacakmış.. Yani soğanı doğramayacak. İyi de.. Etin bekletme süresi var.. Ya et kokarsa!.. Soğanı doğramaya hacet kalmazsa..
Sordum soruşturdum tam vaktidir dediler.. Soğan doğrama zamanıdır.. Dönemin Genelkurmay Başkanı’na duyurulur.. Et hazır soğanı bekliyoruz..
Mehmet Tezkan / Milliyet

+++

Bu da “eksik görev”
Hilmi Özkök’e savcı tarafından “Bu iddialar ilk duyulduğu ve medyada bile yer aldığı zaman neden araştırma yapmadığı” sorulduğunda “gerek görmediği, dikkate değer bir sorun fark etmediği” gibi cevaplar vermişti. Hatta MİT raporunu bile önemsememiş, dikkate değer bulmamış.
Oysa eğer görevini tam yapsaydı belki de o dönemde gerçeği daha kolay bulacak ve bugün yüzlerce kişinin aileleriyle birlikte mağdur olmasını engelleyebilecekti. Savcının o sorgudaki cümleleri bu ihmali açıkça göstermekteyken neden bu konudaki sorumluluğu üzerinde hiç durulmadı, bu da bir soru işaretidir.
Hilmi Özkök’ün bu konudan sanki kendisi o dönemde TSK’yla ilgisizmiş gibi sıyrılması aynen Yaşar Büyükanıt’ın bugün hala her fırsatta “27 Nisan muhtırası verildiğinde medya ne yaptı” gibi sorularla “muhtıra” olduğu ortaya konan girişiminden zeytinyağından kıl çeker gibi çekilmesine benziyor.
Ruhat Mengi / Vatan

Yazarın Diğer Yazıları