Cihat Hocanın ardından...
“Her nefs ölümü tadacaktır” emrine boynumuz kıldan incedir. Ama bazı ölümler vardır ki yüreğimizdeki acı ile “yakışmadı” diye neredeyse isyan ederiz. Hele hele bu bir mücadele adamı ise içinde bulunduğumuz koşulları göz önüne alarak “sırası mıydı!” tepkisini can havli ile gösterirken O’nun daha çok şey yapacağına dair düşüncelerimizi sıralarız ardından...
Cihat Hocam’ın acı haberini alınca kafamdan kaynar sular döküldü önce. Ardından kıymeti hiçbir dönem bilinmediği halde her zaman sergilediği tevazu geldi aklıma. “Ol mahiler ki derya içinde deryayı bilmezler” özdeyişini hatırladım. Bilgi deryasındaki insanların bazılarına “kibir” yakışır... Dostu-düşmanı bütün kesimlerin engin bilgisinden şüphe duyamadıkları Cihat Hoca’nın her daim sergilediği tevazu; O’nun duruşuyla hiçte sanıldığı gibi görünmezdi... Gücün en zirvede olduğu dönemlerde bile güçten değil de haklıdan ve gerçekten yana olduğu için bilimsel ve siyasal açıdan hak ettiği şöhrete ulaşamadı. Zaten şöhretin kendisine, tıpkı ölüm gibi yakışmayacağını önce kendisi söylerdi...
O’nun için önemli olan keçiboynuzundaki şekerdi. Şekere süslü ambalaj yapıp birilerine bol miktarda odun yedirmeyi hiç aklından geçirmediği için, oyunu kuralına göre oynama yolunu da seçmedi. Halk yardakçılığı olarak nitelendirdiğimiz popülizme göz kırpsa sadece Türkiye’nin değil dünyanın en önemli stratejistleri arasında hak ettiği yeri alabilirdi. Ama bilginin reklama karışımından samimiyet çıkmayacağı inancı ile yıldızı suni cila ile parlatılanlar arasında yerini almamakta ısrar etti.
İnanmadığı şeylerin arkasında gölge olmaktansa düşüncelerini samimi topluluklarda açıkça ifade ederek ışık saçtığı için düne kadar yasaklanmıştı. “Hedefe giden her yol mübahtır. Savunduğun fikirlerin yayılması için bir süre sessiz kal” diyenlerle yollarını hemen ayırırdı. Asgari müşterekleri olan dostlarından iktidar-muhalefet ayrımı yapmadan kopmaz; düşüncelerindeki mesafeyi koruma adına ucuz siyasi manevralar için kendini de kullandırmazdı.
Daha başından “dış Türkler” olarak dışlanan Türklerden olduğu halde sadece Rumeli-Bulgaristan Türklüğü ile değil, dünya Türklüğünü bir bütün olarak gördüğü için, söz konusu Türk olduğunda gerisinin teferruat olduğunu belirtirdi.
Cihat Hoca’yı ismen Türkçü cenahtan gıyaben tanıdığım halde bir araya gelişimiz, merhum Alparslan Türkeş sayesinde olmuştu. Gençlik üzerinde yaptığımız çalışmalarda Türkeş’in tavsiye ettiği bilim adamlarının başında Cihat Hoca gelirdi. Koca Türkeş, “Sadece Cihat değil, hanımı Sema cebinden kırk erkek çıkarır, Özönder’leri ihmal etmeyin” diyerek, kimsesizliğimize gülündüğü günlerde her fırsatta seminer ve konferans için başvurabileceğimiz “ağabey ve abla” ile müşerref olmamızı sağladı.
Söz konusu Türk Dünyası olduğunda başvuru kaynağımız olan Özönder’ler ilkinden sonuna kadar Türk Kurultayları için her şeylerini kimilerinin (!) şahsi kaprislerine rağmen ortaya koymaktan çekinmediler. Türkeş’ten sonra bir süre “yasaklı” oldukları halde kırılmadılar, küsmediler. Siyasi hesaplaşma yerine siyasi hedefe yönelik yayınladığımız her dergi ve gazeteye destek verip yazılarıyla, tavsiyeleriyle yanımızda oldular.
Yakın çevresiyle beraber bizim çabalarımıza rağmen siyasetten uzak kalmaya çalışan Cihat Hoca, son dört-beş seçimde kendisine teklif edilen sıralamaları kabul etmemişti.
MHP’nin son on yılda çok kötü yönetildiğini ifade eder ancak, Türk milliyetçilerinin siyasi yapısının var olması adına hep MHP’ye destek verirdi.
22 Temmuz seçiminin ilan edilmediği günlerde Türkiye’nin AKP’nin teslimiyetçi zihniyetinden kurtulması gerektiğine olan inancını tekrarlarken aday olması yönündeki telkinleri de reddettiğine tanığım. MHP’den adaylığını öğrendiğinde memnuniyetimi paylaşmak için aradığımda: “Deniz bitmeden denize ulaşmalıyız. Politika bana göre değil ama bu dönem Türk Milliyetçiliğini meclise taşımak şart” demişti. Nitekim 68’den bu yana Türkçülüğü ile ön plana çıkan bütün ülkücüler Cihat Hoca’yı seçtirmek için çaba sarfettiler. İstanbul’u diğer bölgelerinde ikişerde kalan vekil sayısı Cihat Özönder için üçe çıkmıştı. Ama Mecliste tevazusunun arkasındaki bilgi deryasını yansıtmaya fırsat bulamadı.
O uçmağa vardı... Her şeyini paylaştığı, iki ayrı bedende bir bütün oldukları Sema Abla’yı, karı-koca maaşlarıyla ayakta tuttukları KÖK Vakfını, bırakıp Hak’ka yürüdü.