'Bu nasıl bir siyasettir'
“Yok canım böyle söylemiş olamaz”, “Allah’ım yanlış mı duyuyorum”, “Jetlag etkisi mi ki” diye şüpheyle boğuşup, kabus görmediğinizi test için oranızı buranızı çimdikleyeceğinize, “Pazar Fıkrası” kabul edin Tayyip Erdoğan’ın aşağıdaki sözlerini (Şahsen ben öyle yaptım; cumartesi neşesi saydım):
“Öldürülenler arasında terör örgütünün kurucuları arasında yer alan ve Interpol tarafından kırmızı bültenle arananlar var. Düşünebiliyor musunuz? Fransız Devlet Başkanı ’Düzenli görüşmelerimiz oluyordu’dedi. Aranan bu insan veya insanlar sizinle nasıl düzenli görüşebilir? Bu nasıl siyasettir.”
İlahi Sayın Erdoğan!
Siz mi söylüyorsunuz bu sözleri!
Yok yok, ’Halihazırda PKK terör örgütüyle en sıkı fıkı görüşen siyasi iktidarın başı olarak, nasıl olur da bir PKK’lıyla görüştüğü gerekçesiyle Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ı kınamaya kalkarsınız” çelişkisini es geçeceğim.
Velev ki -değil ya- PKK bizim iç meselemiz ve bir başka ülkenin “bizim teröristimiz(!)”e çengel atmasına bu denli öfkelendiniz!
Hiç uzatmadan, size kısaca Tarık Haşimi desem!
Kimdi Haşimi?
Dilerseniz hafızanızı tazelemenize yardım edeyim;
Kendisi Irak devleti tarafından aralarında cami bombalamanın da bulunduğu (Haşimi’nin en yakınındaki isimler itiraf etti) 150 terör eyleminin sorumlusu ilan edilmedi mi?
Irak mahkemeleri tarafından yargılanıp, idama mahkum edilmedi mi?
Peki sınır komşumuzun “resmen terörist” ilan ettiği Haşimi nerede şimdi?
Türkiye’de!
(Arada Körfez ülkelerini de turluyor ama dönüp dolaşıp soluğu ya İstanbul’da, ya Ankara’da alıyor.)
Ev, 17 koruma ve biri zırhlı 5 araç tahsis ettiniz emrine!
Daha yeni, birkaç gün önce Irak gazeteleri bu “terörist” için 4 milyon dolar örtülü ödenek ayırdığınızı iddia etti!
Üstelik Haşimi de tıpkı Cansız gibi, İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan biri!
Eee söyleyin bakalım “Bu nasıl siyasettir” şimdi!
Bütün bunlar yetmezmiş gibi Irak “Bu adam bir terörist, iade edin” dediğinde de, başka bir ülkenin “terörist” ine hamilik hevesiyle, kendi milli menfaatlerimizi riske atıp “Ben Haşimi’yi şahsen tanırım. Hakkındaki iddialara inanmıyorum. Kendisine her türlü desteği vermeye devam edeceğiz... O ne zaman isterse Türkiye’den o zaman gider” dediniz iyi mi! (Davutoğlu’nun havadan geri çevrilmesi, TPAO’ya uygulanan ambargo, maddi-manevi bir sürü de zarara uğrattınız ülkeyi...)
Ne diye kızıyorsunuz, Hollande da aynı şeyi söylemiyor mu şimdi:
“Şahsen tanıyorum!”
Tek örnek de değil Haşimi!
Esad’ın “vatan haini”, “terörist” ilan ettiği isyancılara “muhalif” kimliğini, Suriye’ye karşı kullandıkları silahları, askeri eğitim aldıkları kampları kim tahsis etti? Suriye’nin teröristlerine parti kurdurup siyasallaştıran, maşruiyet maskesi takan kimdi?
Ya Hollande geçip karşınıza “Bu nasıl siyasettir” diye sorsa;
Çok merak ediyorum, söz konusu olan sizin gibi bir laf cambazı (övücü-olumlu bir sözdür) bile olsa, ne cevap verebilir ki böyle bir durumda!
İnlemesin nağmeler!
Risk aldım; bütün sinir sistemimi, ruh ve kalp sağlığımı tehlikeye atıp önceki gece SKYTÜRK 360’ta Hilmi Hacaloğlu’nun konuğu olan Banu Güven’i izledim.
Risk aldım dediysem öyle körü körüne de değil canım.
Geçmiş tecrübelerin etkisiyle bu kez tedbirli davrandım; “inleyen nağmeler” in kasan, yoran, geren etkisini asgariye indirecek büyük bir bardak melisa çayı yaptım; pamuk kıvamını aldım, televizyonu ondan sonra açtım.
“Madem katlanamıyorsun, neden izliyorsun” diye sorarsanız, anlarım.
“Merak” işte!
Hani yarın bir gün, yine kocaman bir televizyon kanalı, kocaman saatlerini Güven’e tahsis ederse, neyle karşılaşacağımızı bilelim diye.
Sonuç mu?
Program özetle iki kelime:
Hâlâ konuşamıyor!
Yine tavana bakmalar... Hatta bir tavana, bir masaya ama bir türlü karşısındaki programcıya bakamamalar. Yine o başlayıp bitemeyen, yarım, kesik cümleler... Bir de... Eığğğ... Ama... Aaaııııı... Yani... Immmm... Belki... Iııııhhh...’lar!
Beni en çok heyecanlandıran, Hilmi Hacaloğlu’nun “3 dakika ve 3 soru kaldı” anonsunu yaptığı andı;
Bunun bir iddiası, lotosu filan olsa gözüm kapalı oynardım;
Zinhar 3 dakikada veremez o üç soruya yanıtı!
Nitekim; Saat 22.02, Hacaloğlu ilk sorusuna başladı. Güven cevap veriyor;
Dink... Aaaa Hrant Dink... Eeee.... Bizler de... Hımmm...
Hacaloğlu gelmeyen cevaptan sıkılıp ikinci soruya geçtiğinde saat 22.05’ti!
Ve programın Güven’e ayrılan bölümü bittiğinde 22.07!
Demem o ki; hiçbir gazetecinin işsiz kalmasını istemem ama, sayın, çok değerli, pek kıymetli, biricik medya patronları, kendisini herhangi bir şifreli kanalda dilediği imkanlarla istihdam edin ama “Genel İzleyici Kitlesi”ne, “zap” yaparken bir anda salonlarında belirecek kadar yakın olmasına izin vermeyin;
Ne olur nağlemeler inlemesin!
Bunun için
Paris’e gitmeye
ne gerek vardı
Ertuğrul Özkök, “umut verici barış sürecinde cinayetin aydınlatılması konusunda herkesin elinden geleni yapması gerektiği” -gazetecilik hevesi deseydi valla ilişmezdim- inancıyla üç PKK’lının infaz edildiği Paris’te almış soluğu.
Dünkü Hürriyet’te manşetten verilen haber-analizini dikkatle okudum:
- Le Monde gazetesi ısrarla şunu
yazıyor...
- Le Monde’dan çok ilginç bir ayrıntı...
Özel sohbetler, tasvirler, “olay yeri”ni soluyan bir kalemden özel değerlendirmeler okuyabilseydik değerdi, pek de makbule geçerdi de;
Bu kar, kış, kıyamette, Le Monde’da yazılanları aktarmak için ne gerek vardı ki taa Fransa’lara taşınmaya!
Anlamadım valla!
İnternet bir “tık”la getiriyor zaten bütün o bilgileri ekranına!
Başsağlığı
Dün iki üzücü haberle başladık güne:
Sözcü Gazetesi yazarı Emin Çölaşan’ın annesi Türkan Çölaşan, yazarımız, çok sevdiğimiz büyüğümüz, biricik Altemur Kılıç’ımızın da kızı Demsaz Ayşegül Kılıç vefat etti.
Türkan Çölaşan ve Demsaz Ayşegül Kılıç’a Allah’tan rahmet, Çölaşan ve Kılıç ailelerine de başsağlığı diliyorum.
Ruhları şad, mekanları cennet olsun..