Bu hesap ağır gelir
12 Eylül’deki referandumda, darbecilerle hesaplaşacaklarını söyleyenler, NATO’dan, liberalizmden, özelleştirmelerden, kültürel yozlaşmadan bahsetmediklerine göre darbenin faturasını unutmuş olmalılar
Bir heyecan, bir heyecan... “Bu ilahi bir işaret olmalı!..” “Tarih bize ’ikinci bir şans’ veriyor; akışını değiştirme, yeniden yazma fırsatı!..”
Ne oldu?
Referandum, 12 Eylül’ün 30. yıldönümüne denk geldi!
Eeee!..
Hesaplaşacağız!
Rövanş alacağız!
Doğduğu yere gömeceğiz!
Nasıl?
Biz “Evet”i basınca, beş binden fazla genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk yattıkları yerden kalkıp, geride bıraktıkları sevgilileri başkalarıyla evlenmemiş, çocukları büyümemiş, anne-babaları göçmemiş gibi, araya zamanın derin çizgileri girmemiş gibi, “kaldıkları yerden” devam mı edecekler hayatlarına!
Veya “Hayır”ı basınca, biri çıkıp “Bu 30 yıl süren bir kamera şakasıydı” mı diyecek; o filmi geri sararken, kare kare yağlı urganların çözülüşünü, küçücük çocukların infaz meydanlarından hücrelerine ve oradan ana kucaklarına dönüşünü mü izleyeceğiz!
Kardeşin kardeşe silah doğrultmasına imkan verecek kadar üst düzeyde olan “kullanılabilirlik” potansiyelimiz mi
düşecek!
Referandum sandığının başıyla sınırlı bir hesaplaşmada neyin rövanşı alınacak?
Türk Ordusu NATO’dan mı çıkacak!..
“Sentezsiz” bir Türklük bilinci mi aşılanacak, milyonlarca yitik zihne!..
Kapitalizmin hamur gibi yoğurduğu, önüne konulanı sorgulamadan tüketmeye programlı belleklere “reset”mi atılacak!..
Hafıza kartı mı yenilenecek toplumun!..
TEKEL geri mi gelecek; limanlar, ormanlar, dereler, tarım alanları...
Hıyar ekebilecek miyiz istediğimiz gibi mesela!..
Fındık satabilecek miyiz!..
Madenlerimizi işleyebilecek miyiz!..
Irak’ta, Afganistan’da olanlara da “one minute” çekebilecek miyiz!..
Üniversitede okuyan gençler Kenan Evren’in nû resimleriyle ünlü bir sanatkar olmadığını öğrenebilecek mi!..
Silivri’de “suçsuz yere yatanlar”ı, bir otobüsün üzerine çıkarıp “şehir turu” yaptırarak halkı selamlatabilecek miyiz; konvoy yapabilecek miyiz Taksim Meydanı’na kadar; Vali Bey karşılama töreni yapacak mı Cumhuriyet Anıtı’nın önünde!
Geçtikleri yollardan, onları çiçek yağmuruna tutacak kadar “cesur” olabilecek mi insanımız!..
Türk bayraklarını sallayabilecekler mi pencerelerinden!..
KKTC’yi “yük”ümüz değil, “onur nişanı”mız sayabilecek miyiz göğsümüzdeki; Azerbaycan’ı, Türkistan’ı!..
Darbecilerin ellerini, üslerini, fonlarını, ajanlarını sınırdışı edebilecek miyiz!..
Tıpkı 12 Eylül’de onların yaptığı gibi; yaşına başına, hastalığına sağlığına, konumuna bakmadan yargılayabilecek miyiz; tarih önünde verebilecek miyiz cezalarını!..
Bunları ve daha fazlasını yapamayacaksak, neyle hespalaşacağız ki 12 Eylül’de o sandığın başında...
En fazla kendimizle; vicdanımızla...
Bir “elim kırılsaydı da...” hayıflanması daha duyulacak sağdan soldan;
- Nasıl oldu da kendi ellerimle teslim ettim ülkemi bunlara...
İşkembeden hesaplaşma manşetini ben de atarım...
Ödemeniz, ödememiz gereken hesaptan haberiniz var mı, “Anayasa”ya gelene kadar; neleri “geri almamız” gerekiyor farkında mısınız önce onu söyleyin bakalım; şu işin bir adını koyalım!
***
‘Bakımsız kalabalıklar çağdışılığın sığınağıdır’
Bu arada Başbakan “En az üç çocuk” istemine ekleme yaparak “Çocuk başına hediye” verebileceklerini söyledi.
Zaten kızlara isim koyarlar Anadolu’da:
“Hediye...”
İyi bir teşvik olabilir; birinci çocuğa düdüklü, ikincisine fırın, üçüncüsüne bulaşık makinesi, dördüncüsüne buzdolabı...
Öyle gider...
Eskilerin doğum tarihi yerine “erik zamanı”, “kar yağdığı sene”, “karpuz çıktığında” gibi doğum zamanını belirleme yöntemlerinin yerini yenileri alır böylece:
“Şu küçük; ütü ile...”
“Ortanca; üçlü kanepe...”
“Oğlan; soba...”
“Kız; tava seti...”
Ne bilelim biz...
“Ya şu ufaklık...”
“Tam da bu kadar çocuk yeter
derkene, portmanto dolabı verdiydi
Aa Ke Pe...”
Ne diyorsunuz; olmaz mı?...
(Bir AKP uygulaması olarak şu anda Doğu ve Güneydoğu’da, çocuk başına altın verildiğini... Ayrıca her çocuk için anneye 57 lira aylık bağlandığını demek ki bilmiyorsunuz...)
Sonra?...
Sonra 14 milyon işsiz genç...
Ellerinde fotoğrafları ile kayıp çocuklarını ağlaya ağlaya arayan tam 1657
anne-baba...
Köprü altlarında yaşayan 250 bin sahipsiz çocuk...
Artan nüfusuna yetmeyince; pirinci, buğdayı, mısırı, mercimeği, eti dışarıdan alarak çocuklarının karnını doyurmaya çalışan ünlü tarım ülkesi Türkiye...
Ama ne yapacaksınız; bakımsız-eğitimsiz-gelişmemiş kalabalıklar, çağdışı ideolojilerin tek sığınağıdır...
Ve yeni çocuklar lazım...
l Bekir Coşkun / Habertürk
***
Devlet magazin eki yayınlamaz
“Dedikodu” görüntüler eksenli iddialardır, yorumlardır...
Bunlar Deniz Baykal’ın istifasını açıklarken “Sorgulanmasına imkân tanımam” dediği şeyler.
Baykal’ın görüşü, görüntülerin montaj tekniğiyle son 15 gün içinde üretildiği yolunda. Bir algılamamı da yansıtayım. Bu kasette, bir olasılıkla sonradan servise konulacak ikinci ve üçüncü kasetler için bir kaygı taşımadığı izlenimini edindim. Yani “rehin kartını” ellerinde tuttuklarını düşünenlerin “hesapları” Baykal’ın rotasını -galiba- çizemeyecek.
Demirel’in “iktidar sorumluluğunu” anlatan simgesel bir söylemi vardır: “Fırat’ın kıyısında bir koyun kaybolsa sorumlusu hükümettir.”
Bu söylem “hukuk devleti” kavramının da tanımıdır.
Bu kirli tezgâhın arkasındakileri bulmak ve adalete teslim etmek devletin görevidir.
Politikacıyı, gazeteciyi, mafyayı, teröristi dinleyen güvenlik güçleri bunları eliyle koymuş gibi bulabilir. Başbakan’ın konuşmalarını internete servis edenler anında yakalanmadı mı?
Baykal’ın kaset sonrası istifa ederken iktidarı sorumlu göstermesi bir boyutuyla budur. Baykal birkaç teknik ayrıntıya daha işaret ediyor ve “bunu ancak daha derin güçlerin yapabileceğini” söylüyor.
“Devletin bu olanaklara sahip odaklara yönelmesi gerektiğini” vurguluyor.
“Görüntü dedikodusu yapmak değil bu insan haklarını ağır ihlal suçunu işleyenleri bulup, kulaklarından tutarak teşhir etmektir iktidarın görevi” diyor.
Devlet “magazin ilavesi” değil“resmi gazete” yayımlar.
Sonuç... Gazetecilik açısından olayın haber vasfı olabilir. Zaten medyada geniş yer buldu.
Ancak... Ülkeyi yönetenler magazin gündemine değil, hukuk devletinin gereğine odaklanmalıdır.
l Güneri Civaoğlu / Milliyet
***
Aman kesik başı
kokmasın der gibi
Cumhurbaşkanı, anayasacıların raporu Çankaya’daki özel kaleme gelir gelmez, sürenin dolmasına daha epey vakit varken “yayımlama” işlevini bitiriverdi ve metni hemen imzalayıp “yayımlanmak” üzere ilgili mercilere yolladı. Başkasının bahçesine yanar top atar gibi. Ya da kelle götürür gibi.
Osmanlı’da ancak “Kellesi urula!” emriyle idam edilenlerin kesik başı kokmasın diye bala batırılıp mülkün uzak yerlerinden at üstünde padişaha götürülürken böyle koşuşturulurmuş. Anayasayı kuşa çevirmek ve güçler ayrılığını gözeten cumhuriyet parlamentarizmini yargının yürütme baskısı altına sokulduğu acayip bir sisteme çevirmek isteyenlerdeki bu acele nedendi acep? Bereket, acele işe şeytan değil, hukuk karıştı ve şimdiki Yüksek Seçim Kurulu, hukukçulara yakışan bir kararla, kampanya süresini dört ay olarak belirledi. Böylece, düşündürücü bir tarihte bitecek olan o kampanya, “evet” demenin 12 Eylül Anayasası’na değil, tam tersine önemli düzeltmelerle büyük ölçüde demokratikleşen o anayasayı yeniden karanlığa çeken bir “sivil darbe”ye oy vermek anlamına geleceğini anlatmaya yetecek kadar uzamış olmaktadır.
l Mümtaz Soysal / Cumhuriyet
***
Cumhurbaşkanı
yine yanıltmadı
Turgut Kazan mail’i saat 11.45’te gönderdi.
Saat 13.56’da müsteşar mail’i aldığını bildirdi.
Bu, Çankaya’ya gönderilen ikinci mektuptu.
İlk mektup akademisyen, sendika yöneticileri, yazar ve sanatçıların oluşturduğu 220 kişilik bir grup tarafından gönderilmişti.
Bu iki mektupta imzası olan Türkiye’nin önemli hukukçuları, bilim adamları, aydınlar gerekçelerini ileri sürerek Anayasa değişikliğinin veto edilmesini istiyorlardı.
Ancak Cumhurbaşkanı bu önemli
uyarıları dikkate almadı.
Saat 17.00’de Çankaya’dan Anayasa değişikliğinin onaylandığı ve paketin referanduma sunulmak üzere Resmi Gazete’de yayımlanması için Başbakanlık’a gönderildiği açıklandı.
Demek ki, bunca önemli hukuk adamının, akademisyenin, yazarın, sendikacının, aydının uyarılarının Cumhurbaşkanı nezdindeki önemi bu kadarmış.
Demek ki, Cumhurbaşkanı Gül tüm milletin cumhurbaşkanı olmak gibi bir sorumluluk duyarlılığı içinde değilmiş.
l Tufan Türenç / Hürriyet
***
Tatlı su demokratlarını bekleyen tehlike
Tam sezon açılıyordu ki...
Deniz çekildi! Şezlong kavgası başladı.
Kemal’in şemsiyesini Önder açtırmıyor, Önder’in plaja girmesini Gürsel istemiyor, Gürsel’i Mustafa yüzdürmez, Mustafa desen, bırak havluyu, Cevdet’e günahını vermez, Cevdet’in kumdan kalesini Hakkı bozar, Hakkı’yı Muharrem duşa sokmaz, Muharrem’in şnorkelini Haluk tıkar, Haluk’un paletini Eşref yırtar, cankurtaranım diye ortalıkta gezinen Zülfü’nün şambrelsiz yüzemediğini herkes biliyor zaten... Ahali güneşte uyurken haşemalı mısırcı soyunma kabinine kamera yerleştirdi, karpuzcu kılığındaki Recep, fırsat bu fırsat “Kolibasili var” levhası asarken yakalandı! Tam sezon açılırken... Çoluğunu çocuğunu toplayan, memleketin dört bir tarafından gelmeye hazırlanırken, Halk Plajı’nın huzuru kaçtı.
Çünkü... CHP’de 2’nci adam yoktur. MHP’de 2’nci adam yoktur. AKP’de 2’nci adam yoktur. Taban şunu istiyormuş. Örgüt bunu istiyormuş. MYK filan... Hikâyedir.
(İstediğin kadar romantizm yap.)
Demokrasi başka şeydir... Parti başka şey.
Benden söylemesi... (iki) Vatos var. Ahtapot var. Köpekbalığı var. Hayatında kestane dikenine basmamış tatlı su demokratları “şöyle sörf yaparız, böyle yelken açarız” falan diye beach club’lardan ittiriyor ama...
Boy verirken boğulmayasınız!
l Yılmaz Özdil / Hürriyet
***
Böyle dost varken düşmana ne hacet
Hasan Cemal’in yeni çıkan kitabının yeteri kadar konuşulduğunu düşünen Ali Bayramoğlu, Yenişafak’taki köşesinde “yazarı” yazmayı tercih etmiş.
Sözüm ona “Hasan Cemal’in farkı ve önemi” ne methiye...
Hasan Cemal’in, “28 Şubat’ta radikal demokratları ” naifler “ diye kızdırdığı” hatırlatmasıyla başlıyor.
“Farklı Hasan Cemal dönemleri” ni sıralayarak devam ediyor...
“Birinci Hasan Cemal dönemi”, “Kürt sorununu” gündeme soktuğu dönemmiş...
“İkinci Hasan Cemal dönemi”, Avrupa Birliği sürecine paralel seyrettiği dönemmiş...
“Üçüncü Hasan Cemal Dönemi”, Hrant Dink’in ölümü sonrasındaki
“kopuş”uymuş...
“Hasan Cemal’in son dönem yazıları, Kandil’e gidişi, soykırım anıtı ziyareti, askerle hesaplaşması...”nı bu “ahlak” silsilesi içinde değerlendirmek gerekirmiş...
Cemal’in oradan oraya savruluşunu biz yazdığımızda tahammülsüz faşist olu-yoruz; Allah’tan Bayramoğlu gibi dostları var!
***
Yandaş demagoglara tahammül kalmadı
Hükümetin destekçisi köşe yazarlarının öve öve bitiremedikleri ’Tecrübe Konuşuyor’ programı CNN Türk’e veda etti. Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın beraber hazırladıkları programa görülmemiş bir medya desteği verilmişti. CNN Türk gibi çok az izlenen ’niche’ bir kanalda bile bu programın bu desteğe rağmen yayınına son verilmesi düşündürücü değil mi? ‘Bu Kalp Seni Unutur mu’ dizisi neden yayından kalktıysa, ‘Tecrübe Kazanıyor’ da o yüzden ekranlara veda etti: İzleyicinin artık yandaş demagogları duymaya tahammülü yok. l Oray Eğin / Akşam
***
MİNİ YORUM
Üçüncü adam var
CHP’de de ’ikinci adam’ olmayabilir ama ’üçüncü’ belki ’dördüncü adam’ları var. Ve son dönemde, CHP’nin oy oranı, iddia edildiği gibi yükseldiyse, bunu şu günlerde “Genel Başkan yarışı”nda adı geçen “2. adam adayları”na değil, TBMM’deki performanslarıyla iktidarı terleten bu “üçüncü-dördüncü adamlar”a borçlu. Genel Başkan’ın delegeyle mi, milletin dertleriyle mi haşır neşir olması gerek önce buna karar vermeli belki...