Bir tarikat üyesi anlatıyor...
Okuyacağınız konuyu, kimi uzun yazılarımın yayımlandığı Türk Dirlik’te iki yıl önce yazmıştım. Son zamanlarda iktisatçıların, halktan -özellikle belgesiz- para toplanmasının tehlikesine işaret etmesi üzerine, sözünü ettiğim yazımı kısaltarak burada sizlere sunmak gereğini duydum.
“Akşamüzeri semt pazarı yoğundu. Kadınlı-erkekli semt sakinleri sebze meyve tezgâhlarına yanaşıyor; fiyat soruyor; kimi alışveriş yapıyor, kimi de başka tezgâhlara yöneliyordu. Bu doğal görüntü içindeki ilginç bir farklılık dikkatimi çekti. Otuz yaşlarında, sakallı, şalvarlı bir genç belli tezgâhların önüne geliyor; selam verip dikiliyor. Tezgâh sahibi pazarcı, müşteriyle meşgulse ellerini önünde bağlayıp bekliyor. Müşterisini gönderen pazarcı, bir görevini yerine getiriyormuş gibi, hiç konuşmadan karşısındaki sakallı gence bir miktar para veriyor. Genç parayı alıyor, elinde tuttuğu defterin arasına koyuyor. Sonra da gülümseyerek veda sözcükleriyle tezgâhın önünden ayrılıyor. Dikkat ettim; bu genç, pazardaki tüm tezgâhlara değil, koca pazarda sadece dört tezgâha uğradı ve para aldı. Belli ki, bir yerler için topluyordu. Ancak para aldığı kişiye ne makbuz veriyor; ne de bir başka belge... Şimdi buraya bir nokta koyup; belleğimde hep öne çıkan, çıktıkça da beni yaralayan bir olayı sizlere aktarmak istiyorum.
Yozgatlı eski bir Bakan arkadaşla bir dostun bürosunda sohbet ediyoruz. Sohbet koyulaştı ve söz, özellikle kendi halindeki ’mütedeyyin’yurttaşlarımızın din adına nasıl sömürüldüğü konusundan açıldı. Bakan arkadaş öyle bir olay anlattı ki, hani ne derler; aklım şaştı! Olay şu: Bakan arkadaşın Ankara Gölbaşı’nda içinde villası da bulunan çiftlik benzeri küçük bir yeri var. Bir gün, villanın önündeki bahçeyi düzene sokmak için iki işçi tutar. İşçiler sabahtan işbaşı yapar. Yemek zamanı gelir ve Bakan arkadaş işçileri villasına çağırır. Hazırladığı öğle yemeğini işçilerle beraber yemeye başlar. İşçilerle sohbet etmek için giriş cümlesi olarak ortaya ” Amelelik yaparak mı geçiniyorsunuz “ der. İşçilerin ikisi de ” hayır “ dedikten sonra yanında oturan işçi: ” Sayın Bakanım, ben Samanpazarı’nda bir esnafın yanında çalışıyorum. Üç aydır her gün akşam işten çıkınca bir-iki saat hamallık yapıyorum. Pazar günleri de nerede ne iş olursa koşturuyorum “ diye biraz dertlenerek konuşur. Bakan arkadaş ” Ailen kalabalık mı, esnafın verdiği aylık yetmiyor mu? “ deyince; işçi ” Beyim şu bana vereceğiniz yevmiyenin bir kuruşu bile evime girmeyecek. Evimin tüpü bitti, tüp alacak param yok; ama bu parayı harcayamam, bunun yeri başka “ der ve susar. Bir iki saniye sonra da yüreğini tüm saflığıyla sofraya açar: ” Sayın Bakanım, ben Kastamonu taraflarındaki bir tarikatın üyesiyim. Hayırlı bir inşaat için tarikatımızın Samanpazarı yetkilisi bizlere salma yaptı. Bana da bin beş yüz lira düştü. Üç ay oldu denkleştiremedim. İşte bu sebepten ne iş bulursam çalışarak denkleştirmeye uğraşıyorum “ diye içini döker.”
Bu olay, bu kuşatılmışlık dehşeti ne zaman aklıma gelse, beni hep rahatsız eder; o işçiyi düşünürüm. O işçinin, çocuklarına yemek pişirecek olan ocağın tüpünü ihmal edip, ’hayırlı bir inşaat’a para gönderme telaşına düşmesini hayal eder; kahrolurum!
Yüce dinimizi, cüce çıkarlarına alet eden; saf, temiz insanlarımızı din adına sömüren zalimlerden ulu Tanrı yurdumuzu korusun!
Başka ne diyebiliriz ki? “
Haftaya buluşmak dileğiyle esen kalın efendim.