Bir ‘istismar’ öyküsü (2)
Askerlik anımdan söz ediyorduk... Görev yaptığım Alay Reviri’nde kendi halinde ibadetlerini yapan, bizim ‘Hoca’adını taktığımız arkadaşımız, gerçekten ‘uyanık’ birisiydi. Kimse ona haksızlık yapamazdı. Çünkü kendisine yapılacak en küçük haksızlığı bile anında sezerdi... Elazığlı Mustafa, işi gücü ibadetleri olan bu zeki arkadaşımızı kimsenin aldatamayacağına inanıyordu. Oysa ben “Böylesine mütedeyyin (sade dindar) insanların, dinsel motifli konuşmalarla çok rahatça aldatılabileceğini” söyledikçe; o kesinlikle reddediyordu. Sonunda, yemek ısmarlamasına iddiaya giriştik...
Hoca, kavunu çok severdi. Kantine kavun geldiğinde, yarım kavun vermedikleri için aldığı kavuna -bedeli karşılığında- bizi de zoraki ortak ederdi. Her dilimi aynı büyüklükte keser, dilimleri de aynı ölçüde parçalardı. Dilimdeki lokmalar, sıra ile alınırdı. Bir kişi, üst üste iki lokma alamazdı. Zaten öyle bir durum Hoca’nın gözünden hiç kaçmaz; karşısındakinin bir lokma fazla kavun yemesine kesinlikle izin vermezdi. Hepimiz bunu biliyorduk... Elazığlı Mustafa’ya “Hoca ile alacağımız ortak kavunda, en fazla yiyen ben olacağım” dedim. Arkadaşım, Hoca’nın ne kadar dikkatli olduğunu bildiği için, sinsice gülerek, çarşı izninde benim ısmarlayacağım yemeğin hayaline daldı.
Öğle yemeğinde, kantinden kavunu aldık. Revire geldik. Mustafa da bir köşede sözde kitap okuyor; ama gözü bizde... Hoca her zamanki gibi ölçülü-biçili kesti, dilimledi. Her dilimi, ölçülü lokmalara ayırdı. Geçen hafta yediğimizde önce ben başlamıştım, bu kez ilk lokmayı o aldı. Sonra ben...
İkinci dilim bitmek üzereyken, sakin bir sesle; “Hocam, geçen gün düşümde Peygamberimizi gördüm” deyince; Hoca, ağzındaki lokmayı zorlanarak yuttu. Yüzü donuklaştı; gözlerini bana dikti. Belli ki anlatmamı bekliyordu. Fırsatı yakaladım ve hemen konuştum: “O mübârek, Uhut Savaşı’ndan dönüyormuş; kâfirler dişini kırmış...” dememe kalmadı, Hoca başını öne eğip ağlamaya başladı. Bu arada ben kavunda dördüncü dilimi bitirmiş, en son dilime gelmiştim. Bu son dilimde Hoca’ya “Hocam yesene!” deyince, o da başını kaldırmadan “Sen ye, canım istemiyor” dedi.
Hoca’nın yanından ayrılınca, Elazığlı Mustafa’ya; “İşte gördün mü? İstismar böyle yapılır! Bu tertemiz insanları, iman dünyalarına hitap ederek, kişisel çıkar uğruna, siyasette ve ticarette ‘kullanmak’çok kolay!” dedim.
Bu olay, 1968’de geçen bir askerlik anısı...
Üzüntü vericidir ki; geçen zaman içinde, siyasette ve ticarette, benim saf, duru inançlı insanımı ‘kullanan’; halkımın o üç-beş kuruşunu ‘kitabına uydurup’gasp eden; holdingleşen; sonra da o holdingi ‘bilerek’batıran alçaklar çoğaldı! Özellikle şu son 40 yılda milletimin tertemiz dini inancını siyasetin çamuruna kardılar; ruhumuzu kirlettiler. Zihinler bulandı. Ve sonunda: Cumhurbaşkanı seçimi sırasında -sanki daha öncekiler Müslüman olmadıklarını açıklamış gibi- “Başımıza bir de ‘Müslüman’Cumhurbaşkanı gelsin” diyecek kadar ‘çölleşmiş bir akıl’sardı ortalığı!
Bu çölleşmiş akıl ‘istismarın’eseridir!
Sen ey Anadolu’nun ışıkla donanmış üretken aklı!
Bu zalim ‘çölleşmeye’izin verme!
İnsanımızın aklını, yabana köle olmuş ‘uşakların’yönetiminden kurtar!
Başarabilirsin!
Daha dün, Mondros’un zifir karası bulutlarını dağıtan; beynimize vurulmuş kelepçeleri kıran, sensin!
Haydi, yeniden başla!
Haftaya buluşmak dileğiyle...