Bir 'istismar' öyküsü (1)
İnanmadığı halde, inanmış gibi görünüp karşısındaki saf, duru inançlı insanları, kişisel çıkarı için kullananlara, gençlik yıllarımdan beri öfke duydum. İstismar edilen; dinî inanç da olur, ideoloji de olur. Aralarında hiç fark yoktur. İkisinin de ortak paydası ‘istismar’dır. İnsan kılıklı yaratıklar, yeter ki istismar etmeyi kendilerine kazanç yolu seçmesin; biri ‘din’ adına istismar eder; diğeri ‘ülkü’ adına, bir diğeri ‘devrim’ adına istismar eder.
Şimdi size bir askerlik anımı aktarmak istiyorum...
1968 yılında Menemen’deki Piyade Alayı Reviri’nde er olarak askerliğimi yapıyordum. Revir’de toplam beş kişiydik. Arkadaşlarımın hepsi de pırıl pırıl insanlardı. Özellikle Elazığlı Mustafa ve adını unuttuğum Manisalı biri vardı ki -biz ona ‘Hoca’derdik- onları çok severdim. Hoca dediğimiz Manisalı arkadaşımın mesleği hocalık değildi; sadece, ibadetlerini sessizce, titizlikle yerine getiren; ‘eline, beline, diline’ sahip bir insandı. Biz de bu özelliğinden dolayı, kendisine hoca derdik.
Bu Hoca’yı biraz daha anlatmalıyım. Hoca, gerçekten içten inanmış, ipek gibi bir gönlü olan arkadaşımdı. Boyu upuzundu. Tek dünyası vardı; o da ibadetleriydi. Askere gelirken nişanlanmıştı. Manisa’ya gidip, nişanlısını görmeyi çok isterdi. Biz bu konuyu Revir Komutanı Dr. üsteğmene açtık. O da Alay Komutanı’na bilgi vererek, Hoca’yı bir günlüğüne Manisa’ya gönderdi...
Hoca gitti ve akşam geldi. Nişanlısıyla iki saat baş başa kalmışlar. Biz Hoca’nın çevresini sardık; “Eee anlat bakalım bu iki saat içinde nişanlınla neler konuştun?” diye sorular sormaya başladık. Elbette, biz Hoca’dan “nişanlımı öptüm” demesini beklemiyoruz; ama, hiç değilse “Düğünümüz şöyle olacak... Şu kadar çocuk yapacağız... Evimiz böyle olacak...” gibi, sözler konuştuk, demesini umuyoruz. Ama Hoca bir türlü anlatmıyor! Biz “Yahu arkadaş, ayların özlemi var; ilk buluşmanız; hiç mi bir şey konuşmadınız?” diye iyice sıkıştırınca, Hoca “konuştuk” dedi. Hepimiz merakla -ki çoğumuz bekârız- Hoca’nın ağzının içine bakıyoruz; bir an önce anlatsın diye... Hoca, birden “Mekke’yi konuştuk” dedi. Biz şaşırdık. “Oğlum, ne Mekke’si, doğru söyle ne konuştunuz?” diye iyice sıkıştırınca, yemin ederek “Vallahi Mekke’yi konuştuk. Evlendiğimizde para biriktirelim, Hacca gidelim o mübârek yerleri görelim, dedik. Beraber olduğumuz iki saat boyunca o mübârek yerleri düşündük, konuştuk; ağladık, sonra da ayrıldık” demez mi?
İşte bizim Hoca böyle birisiydi...
Saf, duru inancı yanında, cin gibi de bir adamdı. Kimse onu aldatamazdı. Hastalara bakmak için tuttuğumuz ‘Revir Nöbeti’ sırası konusunda kendisine küçük bir haksızlık yapılsa, hemen fark ederdi.
Benim fikir, toplum, insan konularına ilgimi bilen Elazığlı Mustafa bir sohbetimizde, “Arkadaş bu Hoca’yı kimse aldatamaz” dedi. Ben kendisine, “Bu mütedeyyin (sade dindar) insanları, dini motifleri kullanarak aldatmak çok kolay” dedim. O “asla mümkün değil” dedi; ben “mümkün” dedim; sonunda, Hoca’nın aldatılabileceğini ispat edeceğimi söyledim ve çarşı izninde “yemek” ısmarlamasına iddiaya girdik...
Öykünün sonunu gelecek hafta sunacağım efendim.
İLİŞTİRİ: Eğitimci, ressam Sultan Su Esen’in “Renkli Yolculuklar” adlı suluboya resim sergisinin açılışı; Ankara’da Mithatpaşa Cad. 35 numaradaki TBMM Mustafa Necati Kültür Evi’nde, 21 Eylül 2010 Salı günü saat 17.00’de yapılacak. Ankaralı sanatseverlere duyurulur.