“Bir iftardan bir sahura...”
Avustralya yerlileri Aborjin’lerin avlanmak için icat ettikleri ilkel bir silahını andırır “Bumerang...” Şimdileri dünyanın çeşitli yerlerinde oyun ve spor olarak kullanılıyor.. Dairevi bir yörünge takip ederek ilk başlangıç noktasına geri geliyor bu alet.. 22 ilde sahur vakti başlayan operasyonu duyar duymaz aklıma geliverdi... “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” gibi klasik laflar yerine Zülfü Livaneli’nin seslendirdiği “Bir şafaktan bir şafağa” diye başlayan “Salkım Söğüt”ü hatırladım. Öyle ya 2008’de “şafak vakti” başlamıştı Ergenekon tertibi.. Poyrazköy, Zir Vadisi, Balyoz, Askeri Casusluk, Odatv ve diğerleriyle devam etmişti. “Merhaba demeden daha/ bu gitmeler gitme değil” diye devam eden şarkının beni vuran en güzel tarafı son kıtasındaki, “Eğil dalga bükül demir / Güzelliğin gerçek değil / Pencerem kör kapım kitli / Bu bendeki seyir değil” bölümüdür. Çok şükür 2008’den bu yana “bizdeki seyir olmadı” . Şafak vakti “dalga dalga” süren kumpas kokan operasyonların gerçeği yansıtmadığını bu sütunlardan ve çıkabildiğimiz ekranlardan haykırdık. At kuyruğu saçları, küpeleri ve güneş gözlükleriyle ülkemin aydınlarının evlerini basıp, kelepçeleyerek polis araçlarına bindiren sivil kıyafetli polislerin görüntülerini hatırladım. Prof. Dr. Mehmet Haberal, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, İlhan Selçuk, Mustafa Özbek, Türkan Saylan, Veli Küçük, Levent Göktaş, Hurşit Tolon gibi yüzlerce ismin evlerinde hukuksuzca arama yapan ve kendilerini FBI ajanlarına benzetmeye kalkışan, her halleriyle acemi çaylaklıklarını örtemeyen polisler, günün birinde kendilerine aynı muamelenin yapılacağını akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Polislerin kollarına girip gözaltına aldıkları aydınların hiç biri başlarını öne eğmedi. Hiç birinde bakışlarını gizleyecek kara güneş gözlükleri yoktu. Deniz Yıldırım sadece haber yazdığı için tutuklandığında kelepçeli ellerini havaya kaldırarak “bizleri susturamayacaklar” diye haykırmış ve emperyalizme boyun eğmeyen yeni nesil gençlerin sembolü olmuştu. Deniz’in asil bakışlarında, yaptığı gazetecilik işine ve aydınlattığı halkına güven duygusu doluydu. Geçtiğimiz gün Deniz’i taklit etmeye çalışan “sehvenci”ye çok güldüm. Hali çok sakildi... Kim bilir sehven gözaltına alındığını sanıyordu. Polis maaşı ile Sarıyer’de villada oturan müdür de güneş gözlüklüydü. Bir dönemin zırhlı araçlarına binen muktedir savcısı da güneş gözlükleriyle poz verirdi...
2008’in Eylül ayında tekne gezisiyle başlayan iftar sofrasının mekanı, Kandilli Cemile Sultan Korusundaki İTO tesisleri. Şafak vakti destanlar yazan(!) polisler ile savcı ve hakimler aynı sofrada günün önemine binaen objektiflere poz vererek zaferlerini taçlandırıyorlar. 14 Temmuz 2008’de açıklanan iddianameyi 13. Ağır Ceza Mahkemesi 25 Temmuz’da yani 11 gün sonra kabul etmişti. Söz konusu iftardan bir ay sonra 23 Ekim’de tarihi Ergenekon duruşmaları başlamıştı. Kimileri zeka seviyemizle alay etmeye kalkışsa da hafızamız yerinde. Beş yıl önceki teknedeki polis müdürlerinin hemen hepsine kelepçe vuruldu. O fotoğraf karelerinde başta savcı Zekeriya Öz olmak üzere mahkeme başkanı Köksal Şengün, Başsavcı Turan Çolakkadı, savcılar Fikret Seçen, Mehmet Ali Pekgüzel, Ercan Şafak, Murat Yönder de bulunuyordu. Ağır ceza reisleri Hasan Hüseyin Özese, Nurettin Ak, Şeref Akçay, Metin Özçelik, Vedat Yılmaz Abdurrahmanoğlu, Erkan Çanak, Resul Çakır, Selim Berna Altay daha sonra “baskı altındayız” açıklamasıyla istifa eden Nejat Ede ve Selda Kutluata da vardı. Köksal Şengün yıllar sonra iddianamenin hepsini okuyamadıklarını ve davanın baştan sona hukuksuz olduğunu itiraf edecekti. Ya diğerleri.. Aynı polis müdürleriyle bütün dünyanın hukuk tarihine geçecek garabetlere imza attılar. Ne diyelim.. “Bir iftardan bir sahura...”