Bir adın öyküsü...
Pek çok okuyucum, Türkçe’den söz ettiğimde takdir duygularını iletirken; “Uluğtekin” adını ailemin koyduğunu sanarak -Nesrin Yolay hanımefendi gibi- ailemi de kutluyorlar... Ah efendim nerede? Keşke öyle olsaydı! Olamazdı; çünkü benim ailem de, milletimin çoğunluğu gibi, Arapça ad koymayı ‘Müslüman olmanın gereği’sayanlardandı. O yüzden adım sadece “Mevlüt” idi. Ailem ‘Mevlüt’ adını özellikle vermiş. Filistin Cephesi’nde 27 Haziran 1917’de şehit düşen Mevlüt dayımın adını bende yaşatmak istemişler. “Uluğtekin” i ise adıma resmen eklemek ‘zorunda’ kaldım. Öyküsüne gelince...
Yıl 1965... İstanbul’da öğrenciyim. O yılın 10 Kasım’ında -günümüzde yıkılmış olan- Üsküdar Doğancılar’daki Sunar Sineması’nda “Atatürk’ü Anma” toplantısına katıldım. Konuşmacı, rahmetli Behçet Kemal Çağlar’dı. Yanında da tanınmış şairler vardı. Rahmetli Çağlar, Atatürk’ümüzle ilgili anılarını anlattı. Şairler, şiirler okudu. Toplantıya on dakika ara verildi. Rahmetli Çağlar kendisini çevreleyen şairlere babacan tavırla “Haydi genç şairler size beş dakika. Anadolu’da bir kızın sevgilisine kaçışını bir dörtlükte anlatın” dedi. Genç (her biri otuzunu aşkın) şairler “Efendim beş dakikada olmaz” diye itiraz ettiler. Sonra da çaresiz; birer kâğıt bulup bir köşeye çekildiler. Ne cesaret; hâlâ şaşarım; ben de yaşıma başıma bakmadan, yazmaya koyuldum. Süre bitince herkes yazdığını Çağlar’ın masasına koyarken ben de aralarına sıkışarak, görünmeden yazdığımı masaya koyuverdim. Behçet Kemal Çağlar, kâğıtları birkaç kez okudu. Her okuduğunda da benimkini ayırdı. Sonra da başını kaldırıp “Yahu bu Mevlüt Yılmaz kim?” deyince, ben korkarak karşısına dikildim. Korkuyordum; çünkü bir delikanlının haddini aşarak deve dişi gibi şairler arasına girmesine öfkeleneceğini sanıyordum. Hiç de öyle olmadı. Sevecen tavırla çevresine “Bu dörtlük birincidir efendiler” dedi ve yazdığım dörtlüğü okudu. O dörtlük şuydu:
“Kamçı şakladı gece yarısında
Al atın üstünde Kezban uçuyor.
Geceyi bohçasına sarmış telaştan,
Senelere küsmüş, aha kaçıyor!”
Benimle bir baba şefkatiyle konuştuktan sonra, “Madem Türk tarihine meraklısın (kendisine anlatmıştım) Uluğtekin senin mahlasın olsun” dedi...
İşte o günden sonra bu adı şiirlerimde, yazılarımda kullanmaya başladım. Ne var ki, bir süre çalıştığım Tarım Bakanlığı’nda ‘Mevlüt Yılmaz’çokluğundan doğan ‘yanlışlıklarla’uğraştım. Bu da yetmedi 60’lı yılların sonunda katil, hırsız ‘Mevlüt Yılmaz’lar türedi. Bu da yetmedi; Necdet Sevinç kardeşimin başı belaya girdi! Olay şöyle: Necdet Bey 1973 yılında Bizim Anadolu’da milliyetçilik uğruna ‘atlıyı atından indirecek’sertlikte yazılar yazıyor; iki de bir hapse giriyordu. Yine hapse girmişti. Hapishaneden çıktığı gün kendisine ‘geçmiş olsun’telgrafı gönderdim. O da bu telgrafın Adalet Partisi Balıkesir Milletvekili Mevlüt Yılmaz’dan geldiğini sanarak; vahşi kapitalizmin şakşakçısı olarak gördüğü bu partinin milletvekili Mevlüt Yılmaz’a “Havlayarak ayaklarıma dolanma” gibi ifadelerle dehşet bir yazı yazdı. Milletvekili Mevlüt Yılmaz, Necdet Bey’i mahkemeye verdi. Ben tekrar ortalığı düzeltme uğraşına giriştim...
Kısacası, bu ad beni perişan etmeyi sürdürünce, Behçet Kemal Çağlar’ın verdiği Uluğtekin’i, 1975 yılında mahkeme kararıyla adıma ekledim. Ve bu adı da büyük bir şerefle o yıldan beri taşıyorum.
Esen kalın efendim.