Bayburt-İsviçre Hattı...

Yazımın başlığı, Mayıs 2015’te Bilge Kültür Sanat Yayınları’nca yayımlanan, Fuat Baş’ın romanının adıdır...

Fuat Baş, adına internet gazeteciliğinden aşina idim... Bu romanla edebî yönünü de öğrenmiş oldum...

Göç, birçok Bayburt ailesini “savrumsavrum” etmiştir... Bu savrulmalarda köklerinden kopmamaya çalışmıştır Bayburtlu, yeni filizlerine, kökü hatırlatıp durmuştur kaygıyla...

Fuat Baş, böyle bir aileyi öykülüyor bu romanında...

Bayburt’un elli-altmış yıllık yaşamı, gelişimi, değişimi; olaylar, olgular, töreler, söylenceler, şiirler ve deyimlerle romana ustaca monte edilmiş. Betimlemeler hoş, çarpıcı, ilgi çekici... Yer yer felsefi sorgulamalar da var ve bunlar söz mastürbasyonu türünden değil anlam yüklü ve derinlikli. 

Bayburt anlatılır da mizah olmaz mı? Var, o da var, Bayburtlu’nun nüktedanlığı ve zekiliği pek güzel aktarılıyor. Olayları romanı okuyacaklara bırakıp deyimlerden birkaç örnek verelim:

“Kul hüvallahuehad, kaynanasız ev ne rahat”, “Çaylar firmadan, için durmadan”, “Tel helvasından kefenim olaydı, üzüm hoşafından suyum döküleydi”.

Ve aşk... “Aşk öyküsünün müşkül olması gerekir” der o büyük bilge Feridun Attar, bu romanda da böylesine müşkül bir öykü var. Gagavuz kızı Fetinya ile Bayburtlu Cebbar’ın aşkı... Türk’ün o dillere düşmüş, simge olmuş geleneksel aşk öykülerinin güncellenmişi gibi... İşte o öyküden örnek satırlar:

“Gecenin, gündüzün veya hangi mevsimde olduğunun önemi yoktu. Çiçek kokularının toprak kokusuna karıştığı bir baharı istiyorsan öyle olacaktı geceleri. Ya da lapa lapa yağan bir kar istiyorsan, pencereden onu göreceksin. Onlar yaratıyordu mevsimleri. Kendi mevsimlerini kendileri yaşatıyorlardı.

İkisi de seviyordu geceleri ama bu gece daha çok sevilecek geceydi. Bu gece hayatlarının en önemli gecesi olmuştu. Bu gece onlara aitti. Kimse bilmeyecek, kimseler anlatmayacaklardı. İkisi yaşadılar, paylaştılar ve onlar taşıyacaklar bunu ömürlerinin sonuna kadar. Bu gece aşk nasıl yaşanırsa, öyle yaşandı. Bir aşk nasıl biterse, öyle bitti. Bu gece, ille de bu gece...”

Bayburt özlemi de işleniyor elbette. Romandan iki cümle, bunu ifadeye yeter: “Zürich gide gide Bayburt’a benzemeye başladı. Bak burası Çoruh Nehri, yanlardaki dükkânlar da Çoruh’un kenarındaki dükkânlara benzemiyor mu?”

Dede Korkut’ça satırlar da var yer yer, işte bunlar gibi:  “Asim Çavuş zülbünden/Ayşe Hatun bağrından/Koptu geldi bir deli oğlan/Dağdelen soyundan, Bayburt otağından/Çoruh Nehri kıyısından/Toplanın gelin, ağalar beyler/Toplanın gelin, toy düğün olsun!”

Fuat Baş, romanını “Obama” köyünden başlatıyor. Hiç duymamıştım bu köyü. Araştırdım, eski ve yeni adlara baktım, böyle bir köy adı yok. Başka köylerden de söz ediyor, onları da bulamadım. Belli ki gerçek adları kamufle etme gereği duymuş yazar. Bu kaygıyı anlıyorum ama yahu “Obama” adı nereden çıktı?  Barak Obama’yı çağrıştırdı bana ve battı beynime vallahi. Bu romanın eleştirilecek iki yanı var, biri bu, biri de çok sayıda isme yer verilmesi, bu dağınıklık getiriyor, okurun, soyağacının ayrıntılarını izlemek gibi bir derdi ve dikkati olamaz, ben de koyuverdim kendimi bazı sayfalarda...

Bunun dışında tebrikler Sayın Hemşerime, bu romanı hemen keşfedip, ısmarladığım, okuduğum ve bu yazıyı yazdığım için mutluyum...

Yazarın Diğer Yazıları