'Başkomutan'dan 'Başkomutan'a fark var

Türk Milleti nasıl inansın!..
Morale bu kadar ihtiyacı varken “Zafer” coşkusunu yaşatmak için 2 saatliğine ayaklanmayanlar
gerektiğinde “ölümle dans”ı nasıl göze alacaklar?


Nasıldı şarkı?

“Fark var seninle iyi arasında büyük bir, fark var benimle senin aranda kocaman bir fark var kötüyle benim aramda irice bir, fark var iyiyle kötü arasında duran...”
1938 ile 2012 arasında duran “irice fark”ı yazmaya karar verdiğimde, bundan birkaç yıl önce, milyonlarca insanın diline dolanan bu nakaratı yeniden dinlemek istedim. Siz buna bir nevi “ön hazırlık” deyin.
Hiç dikkat etmemiştim “Maymunlar cehennemindeyim” diye başlıyormuş sözleri! Ki, bu yazının “havasına girmek” için daha anlamlı bir fon müziği olamazdı:
“Maymunlar cehennemindeyim... Hiç kimse duymamış, sordum hiç kimse görmemiş ve hiç kimse konuşmamış...”

***

Biri hariç:
Tarih!
O, en suskun zamanlarda, en sindirilmiş toplumlara dahi sızar ve duyduklarını, gördüklerini, bildiklerini korkusuzca aktarırmış. Hatırlatırmış. Uyandırırmış.
İnanıyorum; Kılıç Ali de anlattıklarıyla aynı etkiyi yaratacak şimdi:
“...Sabaha karşı telefon çaldı, karşımdaki nöbetçi yaveriydi. Atatürk’ün emrini tebliğ etti:
-Yarın Mersin’e hareket edeceğiz, hazır olunuz, hareket saati daha sonra bildirilecektir.
Ertesi gün 19 Mayıs 1938 idi kendisinin Samsun’a çıktığı günün yıldönümü olan Gençlik Bayramı... Böyle bir günde anîden yola çıkmasının muhakkak esaslı sebebi olması lâzımdı.”

***

Gerçekten de, Atatürk’ün, öyle “zehirlendi”, “kulağını kullanamayacak” filan da değil, hakkında düpedüz “felç geldi”, “ölüm döşeğinde” haberlerinin çıktığı, günün 23 saatini “yatarak” geçirmek “zorunda” olduğu o günlerde, Mersin-Adana ve Hatay’ı kapsayan yorucu bir geziye çıkma kararı almasına neden olan “esaslı bir sebebi” vardı:
Hatay meselesi!
Bu konu O’nun için öyle mühimdi ki, daha 29 Ekim 1937’de, kendisine, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’ın “Durumu ciddi. Dışarıdan mütehassıs getirilmesi lazım” ısrarını ileten Başbakan Celal Bayar’a, “Ortalıkta Hatay meselesi var, hastalığımın dışarıda duyulmasını istemem” demişti.
Türk doktorların sessiz sedasız yaptığı tetkikler sonrası yakın çevresi Atatürk’ten daha önce ne eşi ne de benzerine rastlamadıkları o kısacık cümleyi işitti:
- Ben hastayım!
Lakin bu “hasta adam” ne kendinden öncekilere ne de sonrakilere benzemeyecekti!
Hep yaptığı gibi yine “teslim olmamayı” ve “milleti uğruna savaşmayı” seçti; gerekirse sağlığıyla, çektiği acı ve ağrılarla.
Fransızlara söyledikleri, kendi kendine bir kere daha “vatan için ölmeyi emrettiği”nin peşin ilanı gibiydi:
“Hatay’ı sizden alacağım: Çünkü Hatay Türk topraklarıdır. (...) Bu uğuruna hayatımı dahi
vereceğim kararımı hükümetinize bildiriniz.”

***

Atatürk, “doktorlara rağmen”, “Türk toprağı” Hatay’ın “ait olduğu yere” yani Türk Devleti’ne katılması fırsatının yakalandığı o günlerde, hem Fransızlara hem de Suriye ve Türkiye’de yaşayan Türklere “bunu sağlayabilecek güçte, dimdik ayakta olduğunu göstermek üzere” gitti ve Mersin’de halkla birlikte işgal İstanbul’undan Kurtuluş Savaşı’nı verecek olan Anadolu’ya geçişinin, Samsun’a çıkışının yıldönümü olan 19 Mayıs’ı (1938) kutladı. Adana ve Hatay’a geçti. Askeri birlikleri denetledi, hatta tatbikat yönetti!
Bayar haklıydı:
“Ölüm-kalım harbi Sakarya’yı 22 gün 22 gece üç kaburgası kırık nasıl idare ettiğini bilenler için onu kararından döndürmeye çalışmak imkânsız”dı; daha fenası “şahsiyetini hâlâ kavrayamamış olmak” anlamı taşırdı...

***

“Doktorlara rağmen” kutlanan o bayramı ve sonrasını Kılıç Ali’den dinlemeye devam edelim:
“Mersin de trenden iner inmez o hâlsiz hâli ile istasyonda hemen kırk dakika süren askerî bir resm-i geçit yapılmasını emretti. Resm-i geçidin sonlarına doğru mecalsizliğin kendisine ıstırap verdiği güçle ayakta durduğu görülüyordu. Arkadaşım Salih Bozok’la bir ara dayanamadık, sinirlenmesini göze alarak yanına sokulduk. Kimseye hissettirmeden bize dayanmasını istedik. Bunu yapmadı, yalnız resm-i geçidin sür’atle bitmesi için durduğu yerden bizzat “Marş! Marş!” kumandasını verdi.
Vali konağına döndüğümüzde bitkin gibi idi. Hemen dinlenmeye çekildi.
Mersin’de bir süre kaldıktan sonra Tarsus’a oradan da Adana’ya geldik.
Atatürk burada da (Mersin’de olduğu gibi) istasyona çıkar çıkmaz yirmi dakika süren askerî bir Resm-i geçit yaptırdı. Yine ayakta durarak Resm-i geçidi sonuna kadar izledi. Resm-i geçitten sonra otomobille Adana’yı dolaştı.
O kadar yorulmuştu ki, Adana belediye bahçesinin içerisine, oturacağı masanın yanına bile otomobille gitti.
Adana çok sıcaktı. Oradaki incelemelerden sonra vagona girdiğimizde ayakta duracak hâli kalmamıştı. Çok yorgun ve bitkindi. Bir an önce trenin kalkmasını istiyor, halka veda ederek yatıp uyumayı dört gözle bekliyordu. O kadar ateşi vardı ki, buzhaneden çıkarıp hediye ettikleri portakal sepetini tren kalkar kalkmaz yanına getirtti. Buz gibi yedi-sekiz portakalı bir hamlede yedi. Her portakalı yedikçe bir kere “Oh!” diyordu. (...) Portakallar bittikten sonra bana ve Salih’e izin verdi. Kendisi de hemen yatağa girdi...”

***

Kılıç Ali, Atatürk’ün “Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını sağlayan” o gezisi için “Mersin ve Adana’da Ölümle Dans” demişti.
Mübalağa değildi;
Atatürk Hatay ziyaretinden 169 gün sonra vefat etti.

***


Kulak rahatsızlığının nüksetmesi üzerine Abdullah Gül için “Klima da çarpmıştı... Arabistan’da çöl sıcağı da yakmıştı... Üzerine bir de Gaziantep acısı... Ama bakın devlet adamlığı vasfı ağır bastı. Sağlığını hiçe saydı” diye fedakarlık efsaneleri yazmaya kalkışanlar var.
Tamam, her ne kadar “Başkomutan” sıfatını taşıyor da olsa, Abdullah Gül’den kalkıp da Atatürk gibi “doktorlara rağmen” Hatay’a gitmesini, orayı şu günlerde maruz olduğu “mülteci adı altındaki teröristler”in işgalinden kurtarmasını ve yeniden devlete katarak bir “büyük zafer” kazanmasını beklemiyoruz...
Tamam, Abdullah Gül’den yine Atatürk gibi ülkenin milli birlik ve bütünlüğe ihtiyaç duyduğu kritik bir dönemde “doktorlara rağmen” “devletin emin ellerde” olduğunu göstermek üzere “milli bayram” kutlaması için ülkenin bir ucuna gitmesini beklemiyoruz...
Ama “devlet adamlığı vasfı”, -en azından- uçağa gerek olmaksızın, kendi konutunda bir salondan bir salona yapacağı kısacık bir yolculukla, Atatürk ve komutasındaki güçlü Türk Ordusu’nun kazandığı Büyük Zafer’in tebriklerini “nezaketen kabul etmesi”ni zorunlu kılmaz mı?
22 gün boyunca kırık omurgayla savaşmış bir “Başkomutan” için halefi “2 saat ağrı çekmeyi göze” alamaz mıydı?
Bana kalırsa Cumhurbaşkanı, sahip olduğu “Başkomutanlık” ünvanına “layık” olup olmadığı konusundaki şüpheleri giderebilmek yolunda önemli bir fırsat kaçırdı. “Sağlık nedeniyle 30 Ağustos iptali” hadisesinden sonra Türk Milleti nasıl inansın “Başkomutan”ının gerektiğinde “ölümle dans”tan çekinmeyeceğine?
Bir elin parmakları bile eş değilken, Cumhurbaşkanı ile Cumhurbaşkanı, Başkomutan ile başkomutan arasında da fark var haliyle...
(Bitirirken aklıma geldi... Sayın Gül’ün, ya Cumhurbaşkanı ya Başbakan adayı olarak yeniden seçim meydanlarına ineceği söyleniyor ya... Öyle bir durumda Atatürk’le yan yana fotoğraflarını bastırıp, girişte hatırlattığım şarkıyla yapmalı propagandasını; Fark var!)

+++

Diyanet Reisi suç işliyor
Diyanet İşleri Başkanlığı, cumhuriyetin ilan edilmesinden 4 ay sonra, 3 Mart 1924’te kuruldu.
Bizzat Kemal Atatürk’ün istediği bu kurum; bugün, ne yazık ki büyük Atatürk’ü de onun kurduğu laik cumhuriyeti de kendisine rakip gibi gören bir noktaya getirilmiştir.
Şu anki Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, topluma ‘80 yıllık olumsuz dönem’ izlenimi vermeye uğraşmaktadır. Bu zat-ı muhtereme göre; 80 yıldır devlet vatandaşla buluşamamıştır; üniversitelerimiz ve mimarlarımız 80 yıldır camilerimize küs kalmışlardır.
Bu 80’in üstüne koyun bir 10 yıllık AKP iktidarını... İşte size cumhuriyet dönemi...
Yani; Diyanet İşleri Reisi; açıktan söylemese bile dolaylı yollardan cumhuriyet rejimini kötülemeye uğraşıyor.

***

Adının önde bir de sözüm ona prof unvanı bulunan Mehmet Görmez; cami konusunda cumhuriyet dönemini alttan alta suçlarken açıkça yalan söylüyor. Cumhuriyet kurumları da rejimi de camiye asla küsmedi.
(...)
Küslüğü bırakın; tam aksine; cumhuriyet hükümetleri; gerekli gereksiz her yere cami yapılmasını sadece seyretti. Bu yüzden de planlı-plansız bir yığın ucube yapılar ortaya çıktı. Bunlara tenekeden minareler konduruldu. Kimse de ‘dinsiz sayılmak’ korkusuyla bu mimari rezalete sesini çıkartamadı.
İşin daha düşündürücü tarafı; bazı uyanıkların cami yaptırma dernekleri kurarak şehir merkezindeki değerli hazine arsalarına el koymaları idi. Buralara yapılan camilerin altı mağaza, atolye, market gibi kullanıma açıldı.

***

Diyanet İşleri Başkanı’nın bugün yaptıkları, söyledikleri anayasal suçtur. Diyanet İşleri’nin kuruluşunu düzenleyen Anayasa’nın 136. maddesinde; ‘Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir’ deniliyor.
Bugünkü Diyanet İşleri yönetimi; bu maddenin tümünü çiğniyor...
Laiklik ilkesini taktığı mı var? Mezhepçi Diyanet, Sünni İslam’ın hem de siyasal kanadında oynuyor. Milletçe dayanışmayı sağlamak yerine; parçalanmayı kışkırtıyor.
Buradan soruyorum: Ankara’da şu Diyanet İşleri’nin yaptıklarını sorgulayacak bir savcı yok mudur Allah aşkına?
Rıza Zelyut / Güneş

+++

AKP Osmanlı mirasını başarıyla devralmaya başlamış görünüyor, ama bu
miras imparatorluğun çöküş yıllarını anımsatıyor.
Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

+++

Birinci sınıf Hukuk öğrencisi
bile bilir bu raporun anlamını

Odatv iddianamesi; ODTÜ, Yıldız Teknik Üniversitesi, Joshua Marpet ve Bilgi Üniversitesi mensubu uzman kişilerin “dijital belgelerin sahteliğini kanıtlayan raporlarıyla” zaten temelden çökmüştü. Bu defa TÜBİTAK raporu, iddianamenin temelini oluşturan imzasız dijital belgelerin bir kısmının dışarıdan bilgisayarlara yerleştirildiğini, diğerlerinin ise şüpheliler tarafından oluşturulmadığını kabul ediyor, zararlı bir yazılım tarafından gönderildiğini ise şüpheli bulduğunu kaydediyor.
Sonuç olarak, TÜBİTAK raporu evvelce verilen uzman kişilerin raporlarını mahcup bir ifade ile onaylıyor.
Hukukçu Noyan Özkan hatırlatıyor:
- ‘İn dubio pro reo’ yani “şüphenin sanık lehine yorumlanması” ilkesi hukuk fakültesi öğrencilerine 1. sınıfta öğretilir... Yalnızca sanık avukatlarının değil, davaya bakan savcıların da bu rapordan sonra Odatv sanığı gazetecilerin tahliyesini talep etmeleri gerekmektedir.
Melih Aşık / Milliyet

+++

Kraldan çok kralcılar
Yine acayip bi durum oluştu.. Olumsuzlukları yazan gazetecilere karşı hükümetin arkasında duran medya karalama kampanyası başlattı.. Misyon gazeteciliği yaptığını iddia eden gazeteler, utanmasalar oraya (Hatay’daki kamplar) giden bütün gazeteci arkadaşları Esad’ın adamı, psikolojik savaşın elemanı ilan edecekler.. Hükümet adamlarının bile söylemediğini onlar söylüyor.. Misyon adına!
Mehmet Tezkan / Milliyet

+++

“Vatandaş Cemil”
ortalığı karıştırdı

...bu metin, “kamuoyu biraz bunu tartışsın, dikkatler başka yöne dağılsın, bu arada muhalefet partilerini de manevi baskı altına almış oluruz” aklının ürünü.
A.Turan Alkan / Zaman

***

Neymiş efendim?
Cemil Çiçek ‘Teröre Karşı Ulusal Mutabakat Metni’ni niye ‘Meclis Başkanı’ sıfatıyla değil de ‘vatandaş Cemil’ olarak açıklamış?
‘Vatandaş Cemil’ kadar taş düşsün
kafanıza!
Hadi taş düşmesin...
Gökten dört elma düşsün.
Biri AK Parti’nin, biri CHP’nin, biri MHP’nin, biri de BDP’nin başına.
Belki uyandırır.
Eyüp Can / Radikal

***

Açıklamalar gösteriyor ki; PKK yoldaşı BDP ve ulusal mutabakatı temsil ettiği iddiasında olan RTE ile ne böylesi çağrı ne de milletin arzu ettiği ulusal mutabakat gerçekleşebilir.
Cemil Çiçek’in; “Benim terörist dediğime başkası gerilla diyorsa!” cümlesi, çağrının zaten gerçekleşmeyeceğinin itirafı değil mi?
Cüneyt Arcayürek / Cumhuriyet

***

...her şeyden önce gerek terörle mücadele gerekse Kürt meselesinin Çiçek’in söylediği gibi “siyaset üstü” bir mesele olduğunu düşünmüyorum.
...teröre karşı mücadele ve Kürt sorunu, “siyaset üstü” değil, tam da siyasetin konusu olan meseleler. Her partinin, her siyasi akımın, politik aktörün ve STK’nın şimdiye kadar izlediği bir siyaset var ve bu siyasetler çok önemli noktalarda çelişiyor.
Hal bu olunca da, bütün siyasi partileri ve toplumsal güçleri ortak davranmaya çağırmak; gerçekçi olmadığı gibi pasifizmden başka bir sonuca da yol açmıyor.
Gülay Göktürk / Bugün

***

Teröre ve terör örgütüne destek verenler dışında bütün siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşların oluşturacağı böyle bir ulusal mutabakat, terörle mücadelede yeni bir zihniyet ve zemin hazırlanması açısından bir fırsat olarak görülmelidir.
Fikret Bila / Milliyet

Yazarın Diğer Yazıları