Başbakan’ın itirafının düşündürdükleri
Yaklaşık on yıldır iş başında bulunan iktidar, ilk kez Kandil’de üslenmiş olan teröristlere yönelik olarak yoğun ve sürekli bir baskı uygulamaya başladı. “Anneler ağlamasın” söylemleriyle PKK terörüne “açılımcı” bir yaklaşım içinde yaklaşan iktidarı Kandil’i vurmaya iten nedenler, üzerinde durulmayı hak ediyor.
Zira teröristlerin karargah olarak kullandıkları Kandil’e operasyon yapılmasını isteyenlere karşı, 12 Haziran 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan şunları söylemişti: “Her zaman gelen rakamlar var. Nedir bunlar? Kuzey Irak’ta 500 tane terörist var. Türkiye’de dağlarda 5 bin terörist var. Şimdi Türkiye’deki dağlardaki 5 bin terörist bitti mi? Yani bu halledildi mi ki Kuzey Irak’taki 500 kişiyle uğraşma safahatına gelinecek?”
Başbakana göre içerideki teröristler halledilmeden, dışarıdaki teröristlerin üzerine gitmenin anlamı yoktu. Zira teröristlerin çoğu Türkiye’nin sınırları içindeki dağlardaydı. Başbakanın bu sözlerinden teröristler için güvenli bölge haline gelmiş olan Kandil ve Kuzey Irak’ı çok da önemsemediği anlaşılıyor. Halbuki her türlü terörist saldırı emrinin verildiği yer Kandil’deki terörün karargahıydı. Teröristler kendileri için korunaklı bölge olan Kandil’den rahatlıkla Türkiye sınırına sızarak karakollara saldırıyor, sonra da kaçarak tekrar güvenli bölgelerine dönüyorlardı. Kuzey Irak’taki Barzani yönetimi ise teröristlere hem hamilik yapıyor, hem silah, mühimmat temininde yardımcı oluyor, hem de para transferlerini gerçekleştirmelerine katkı sağlıyordu.
AKP iktidarı, “sivil çözüm”, “siyasi çözüm”, “demokratik çözüm”, “silahsız çözüm”. “eller tetikten çekilsin” söylemleriyle terör sorununu “demokratik açılımlarla” çözeceğini düşünüyordu. Bu yüzden de gerek Kandil gerek Barzani üzerinde daha önceki iktidarların yaptığı baskıya tamamen son vermişti. Gelinen aşamada iktidar bugün Kandil’e hava harekâtı yapmak zorunda kalmıştır. Kara harekatının da şartlarını oluşturmaya çalışıyor.
Hükümetin bu aşamaya nasıl geldiğini Başbakanın şu sözlerinden anlamak mümkündür: “Şu anda bazı şehirlerde esnafa yıllık vergi kesen bir örgüttür bu. Şimdi şehre inmenin gayreti içindeler. Elimizde belgeleri var bu durumun. O insan benim bakanıma ‘ne olur bizi kurtarın’ diyor. Şimdi Hakkâri’deki benim bu Kürt kökenli vatandaşımın hukukunu korumak bizim görevimiz değil mi? O bölgeleri teslim edenleri ininden bulup çıkarmak bizim görevimiz değil mi? Çıkaracağız, çıkaracağız. Yolu yordamı neyse bu adımı atmak durumundayız. Aksi takdirde ne vatandaşlara ne de tarihe hesap verebiliriz”.
Benzer bir itiraf da Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı’dan geldi: “Terör örgütüne katılımlar azalmıyor, artıyor... Askere gider gibi dağa gidiyorlar...Kendi aralarında iletişim kurdukları merkezler var. Harekat planı belirledikleri ikna mekanları (kamplar) var. Karargah demeye dilim varmıyor, buralarda karar aldıktan sonra eylem yapıyorlar”.
İktidarın teröre yanlış teşhis koymasının maliyeti, al bayrağa sarılmış olarak geri dönen yüzlerce şehit Mehmetçik’tir. Ayrıca iktidarın bu politikalarının ülkenin milli birliği ve bütünlüğüne verdiği zayiat da orta yerdedir.
AKP iktidarı eline silah alarak dağa çıkmış veya Kandil’de pusuya yatmış terörist grupların bunu, “Kürtçe televizyon”, “Kürtçe eğitim”, “kimlik”, “demokratik hak ve özgürlükler” için yapmadığını bir türlü anlayamamış teröristlerin açıkça ayrı millet, ayrı devlet paradigmasıyla hareket ettiklerini fark edememiştir.
Umulur ki AKP iktidarI bunca olan bitenden sonra, esnaftan alenen vergi toplayan, silahlı ikna kampları kuran, alan hakimiyeti peşinde koşan, paramiliter “öz savunma gücü” oluşturarak devlet içinde devlet inşa etmeye cüret eden bölücü hareketin ne anlama geldiğini artık anlamış olsun. Terörün bu aşamaya gelmesinden de bizzat iktidar yetkililerinin kendilerinin ve uygulamalarının sorumlu olduklarını fark etmiş olsunlar!