Başbakan’ın “cımbızcıları”
Tayyip Erdoğan, “biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” demiş olacak ki, Makedonya gezisinin medya kadrosunu oluştururken “A Takımı”nı yedekte bırakıp nispeten tecrübesiz bir ekibi sahaya sürmeyi tercih etmişti.
Kimbilir, “kolej takımı” sinerjisinden faydalanmayı umdu belki...
Aslında ilk bakışta her şey yolunda
gibiydi...
Geleneksel, Başbakan’ın melekleri konseptli uçak pozu verilmiş, geleneksel “eş manşetler” atılmıştı...
Türkiye’nin gündemi, alışık olduğumuz üzere, Başbakan’ın uçak gazetecilerine fısıldadığı iki cümleyle değişmişti:
“CHP’li ve BDP’li belediyelere bazı Alman vakıflarından destek gidiyor.
(...) Bu yolla resmen PKK’ya para gönderiyor o vakıflar.”
***
Enis Berberoğlu, Ekrem Dumanlı, Mustafa Karaalioğlu, Hasan Karakaya, Yusuf Ziya Cömert yapardı da onlar yapamaz mıydı!
Olmuştu işte...
Yiğit Bulut, Metehan Demir, Sevilay Yükselir, Sibel Eraslan, İclal Aydın ve Fatma Barbarosoğlu gibi isimlerden oluşan kadro da aynı golleri atmıştı kamuoyuna... En azından onlar öyle sanıyordu.
Taa ki Tayyip Erdoğan, dün kameraların karşısına geçip de maçın gerçek skorunu açıklayana kadar!
***
Meğer yanlış kaleye nişan almış bizim tazeler...
Haliyle attık diye sevindikleri gol şimdi kendi kalelerinde...
Bir de üzerine Erdoğan’ın “sözlerini cımbızlamak, aynen yansıtmamak” yani çarpıtmakla suçlandılar bütün Türkiye’nin önünde!
Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmak böyle bir şey herhalde...
Tecrübesizlik işte...
Bilmemek ayıp değil ama insan böyle ağır bir sorumluluğun altına girmeden, o şanlı “uçak” formasını giyinmeden önce “A Takımı”nda oynayan abilerine sormaz mı, hangi toplara, nasıl dalınacağını!
Kimse mi anlatmadı size lafı anlayıp dinlemeden yazmanın sonuçlarını!
Dua edin “Elinde cımbızı, aynası...” diye şarkı tadında kesti Erdoğan ayarı!
“Ellerinin hamuruyla uçak gazeteciliğine soyunmanın sonu bu işte...” de diyebilirdi; tarzı...
Dua edin dua...
Elinizden cımbızı bırakamadınız diye uluslararası kriz çıkıyordu az daha...
Dua edin ki, Erdoğan sürgüne yollamadı sizi bir manifaturacıya!
Ben değil tecavüzcüm utansın
Oray Eğin’in, editörün notundaki gibi “izin” mi, yoksa “ayrılık” mı olduğu meçhul “gidiş”inden önceki son satırlarını, -laf olsun diye, cümlenin gelişimine uygun olsun diye demiyorum- gerçek manada acıyla okudum.
“Bu mesleği yaparken bir cam odada yaşamaya mahkum bırakıldım, çırılçıplak kaldım. Yarın öbür gün bir sabah uyanıp İnternet’te çıplak fotoğraflarımın yayımlanmasını bekliyorum şimdi...” diyordu. Yersiz bir “korku” mu?
Hayatınızın bu derece elinizden alındığını düşünsenize...
Hayatınızın orasından, burasından çekip aldıkları seslerden, görüntülerden oluşan kocaman bir “imaj” havuzunun içine atıldığınızı...
Kulaçlarınızın karşı koymaya yetmediği irin dolu, salya dolu dalgalar arasında bırakılmışsınız... Pis bir akıntı var; kapılırsanız kaybolup gideceksiniz... “Can simidi” niyetine kalemlerini uzatıp, sizi oradan çekecekleri yerde, “dibe batışı seyir” turlarına çıkıyor kendisine “gazeteci” diyenler.
Düşünsenize birileri mahremiyetinize tecavüz ediyor ama onlar değil, sizsiniz ayıplanan. En fenası, her akşam evinin salonunda maile çekirdek çıtlaya çıtlaya tecavüzlerden tecavüz beğenen güruhun değer yargılarına emanet ediliyorsunuz!
Ahlaklı davranıp “özel”inizi uluorta yaşamadığınız, etrafına duvarlar ördüğünüz yani kendinize bir mahremiyet alanı oluşturduğunuz için “ahlaksızlıkla” suçlanıyorsunuz.
Ne ironi!
***
Çok konuda benzer düşündük, çok konuda da ayrıldı kalemimizin yolları. Ama bugün ben de tıpkı Eğin gibi düşünüyorum:
“Hepimizin belli sınavlardan geçmesi gereken olağanüstü dönemler gelir çatar bazen. Bu kalleş günler de böyle. Önemli olan bu sınavı nasıl vereceğimiz...”
Hiç Martin Niemüller tribine girmeye gerek yok. Bugün değilse yarın; hepimiz kendimiz olduğumuz için kendimizi savunmak durumunda bırakılacağız nasıl olsa...
Ve o gün, “iddia makamı”nın bana yönelteceği soru ne olur bilemiyorum ama, ben cevabımı peşin peşin, Eğin’in dünkü satırlarıyla vermek istiyorum:
“Benim özel konuşmalarımın içeriği mi daha çirkin, yoksa bu iğrenç oyunu tezgahlayanların yaptıkları mı? Asıl bu pornografiye savaş açılması gerekiyor. (...) Sırtlarını polise dayayanlar, telefonlarımızı dinleyenler, hayatları bize dar edenler, teknolojik harp oyunları oynayanlar, evlerimize kablolar, kameralar, bilgisayarlarımıza ’büyük ağabeyler’ yerleştirenler; kısacası bu dev sistem karşımızda. Buna karşı hepimiz bir başımızayız...”
Ve elbette; “Ben değil, bana hayatımın en mahcup gününü yaşatanlar utansın.”
Güya uzlaşma...
Anayasa tartışmalarındaki en büyük kandırmaca ise “uzlaşma” ve “müzakere” sözlerinin çok sık kullanılması. İktidar ortaya hiçbir şey koymadan “uzlaşma” öneriyor ve bunun için “müzakere” yapılmasını istiyor. Afaki biçimde “demokratik-sivil” anayasa diyeceksiniz ama ortaya hiçbir öneri getirmediğiniz halde “uzlaşma” arayacaksınız. Vatandaşa da “Bakın bunlar sadece köstek oluyor” diye muhalefeti şikâyet edeceksiniz.
Gözlediğim kadarıyla muhalefet partileri de (...) güya “uzlaşma-müzakere” toplantılarının olumlu geçtiğini ilan ediyor. Oysa muhalefetin bu tuzağa düşmemesi ve yapılan tüm değişikliklerden sonra anayasada kalan anti demokratik maddeleri tek tek ortaya koyup bunların düzeltilmesini talep etmelidir.
Can Ataklı / Vatan
...pazarlıkların sonunda “daha çok terör, daha çabuk sonuç getirir” noktasına vardığı bir kez daha görüldü.
Ruhat Mengi / Vatan
“Emperyalist Batı”nın Irak’taki menfaat bekçisi
Türkiye 31 Aralık tarihini kolluyor. “Bu tarihin kerameti ne?” diye merak edenler için, ABD o tarihe kadar Irak’tan tüm güçlerini geri çekmeyi planlıyor. Ancak bu ABD’nin Irak’a karşı ilgisinin azalacağı anlamına gelmiyor. Tam aksine, askerlerini çektikten sonra Irak’ta otorite boşluğu doğmasından endişelenen Washington, bölgeyi yakın denetim altında tutmaya devam edecek. Irak’ta başarılı olan Pretador’ları de bu nedenle Türkiye’ye konuşlandırmak istiyor. İncirlikten kalkacak olan Predator’lar böylece Irak’taki gelişmeleri izlemeye devam edecek. Washington Post gazetesinin 11 Eylül tarihli haberine göre, Irak gelecekte hava sahasını ABD’ye kapatacak olsa bile, Predator’lar misyonlarını Türk hava sahasından sürdürülebilme kapasitesine sahiplermiş. Bu da herhalde uydularla eşgüdüm sayesinde olacak bir iş. (...) Türkiye’nin ABD’nin çok istediği Füze Kalkanı projesine katılmaya karar vermesinden sonra bu işbirliğinin giderek artmasını da bekleyebiliriz. Ancak bunu “bize iyilik” yapılıyor diye algılamamak gerekiyor. Çıkarların kesişmesi bunu sağlıyor.
Semih İdiz / Milliyet
Yaptım oldu
AKP’nin böylesi durumlarda uzlaşmadan anladığı şu:
“Biz ne tür değişiklikler istediğimizi madde madde yazalım, muhalefet de kendi paketini getirsin, alt alta koyalım. Böylece herkesin istediği yerine gelmiş olur. Kimse kimsenin maddesine de karışmaz.”
Oysa uzlaşma bu değil. Hele anayasada, metnin tümünün ortaklaşa yazılması gerekir.
Yeni anayasa çalışmaları başlarsa, AKP nasıl bir tutum izler?
Klasik yanıt şu olabilir:
Bugüne kadar ne yaptıysa onu yapar!
Mustafa Balbay / Cumhuriyet
Karşı devrim anayasası
İdeoloji kelimesine Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nden bakalım:
“Siyasal ve toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini, moral, estetik düşünceler bütünü.”
En basit tanımından da görüldüğü gibi (...) anayasa, devletin stratejisi olduğundan, en ideolojik metindir!
“Gül’ün ” ideolojisiz “ Anayasa istemesinde zerre mantık yoktur” dedik ama aslında Gül’ün kendi ideolojisi vardır:
Karşıdevrimcilik! Ve o ideolojide kavramların içini boşaltmaktadır...
(...) “İdeolojisiz” diyerek karşıdevrimin anayasasını yapmaktadırlar. Ve o Anayasa’da milletin mührü değil, AKP ile BDP’nin mühürleri var. Üstelik CHP ve MHP, bu mühre ortak olmaktadırlar. Türkiye, doğrudan TBMM’den bölünmektedir!
Mehmet Ali Güller / Aydınlık
Nazi dönemi adaleti
Stanley Kramer’in filmidir. Nürnberg Duruşması. 1961 yılında yapılmış.
Dava; Nazi döneminin siyasal iktidarını arkasına alan yargıçların adaletsiz kararlarla yaptıkları haksızlıkların yargılanmasıdır.
Uydurma suçlamalarla insanlar idam edilmiş, zihinsel özürlü kabul edilenler kısırlaştırılmış, Yahudiler toplama kamplarında en ağır koşullara mahkûm edilmiş, gaz odalarında öldürülmüştür. Yargıçlar kararlarını yasalara uygun verdiklerini, öteki yapılanlardan haberleri olmadıklarını söyleyerek kendilerini savunurlar.
İçlerinde adalet bakanlığı yapmış olan Ernst Janning (Burt Lancaster), fanatik avukatın bir sanığı ezişine dayanamayarak ayağa kalkar:
“Yapılanlardan hepimiz sorumluyuz” der.
Kararda, hepsine “ömür boyu hapis cezası” verilir. Başkan kendi adalet vicdanına uygun hareket etmiştir.
Hapisteki eski adalet bakanının “olup bitenlerden haberinin olmadığına inanmasını” isteyen sözlerine mahkeme başkanı şu yanıtı verir:
“İlk verdiğiniz kararda idam edilen kişinin suçsuz olduğunu biliyordunuz değil mi?”
İlk adaletsiz karardan sonrasına bakmaya bile gerek yoktur.
Erdal Atabek / Cumhuriyet