Bağımlılık paradigması: Tanzimat
Dünya’ya düzen vermek idealini kaybedenler, bir süre sonra kendilerine çeki düzen verilmesi için başkalarının yardımına ihtiyaç duyar hale gelirler. Büyük düşünüp gereğini yapamayanlar, sonunda küçük düşmek kaderinden kendilerini kurtaramazlar. Türkiye tarihin, son üç yüz yılı, böyle bir sürecin hikâyesidir. Toplumlar olayları kendi idrak ve çıkarları doğrultusunda anlamlandırma yeteneğini kaybettiklerinde, varlıklarına karşıt ölçüleri kullanmak zorunda kalırlar. Tanzimat ve sonrasında yaşananlar, tamı tamına böyle bir süreci bize anlatır. Sorun, Tanzimat’ın amacı, faydası, gerekliliği ya da sakıncaları değildir. Sorun; Tanzimat’la birlikte Türkiye Türklerinin kendilerine, tarihlerine ve varlıklarına Batı’dan bakmaya başlamalarıdır. Hatta biraz daha iler giderek diyebiliriz ki sorun, Türklerin o dönemlerde kendilerine Batı’dan bakmaları değil bu bakışı kutsallaştırmalarıdır. Türkiye ve Türk tarihine Batıdan bakışı kurumsallaştırarak gelenek, adet ve siyasi inanç alanı haline getirmeleridir.
Var olma kaygısı!
Bu bakımdan Tanzimat ile başlayan bağımlılık paradigmasını yakından irdelemek, olguyu algılamak için zorunluluktur. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın hedefi olmaktan çıkmak için denemedik yöntem bırakmamıştı. Bir yandan korunmak ve savunmak için askeri eğitim usullerini, diğer yandan Avrupa’nın Türklere karşı olan önyargılarından (barbar) kurtulmak için de Avrupa’nın kurumlarını aynen taklit etmişti. Osmanlıdaki Batılıya yönelme macerasının altında, her şeyden önce ontolojik kaygılar vardır. Tanzimatla yapılan düzenlemeler zorunlu çöküşün doğal sonucuydu. Ed. Engelhardt, Tanzimat adlı eserinde bu durumu şöyle anlatır: “Osmanlı, düşüşün en kötü devirlerini hatırlatan bu tehlikeli safhada da canlanmaya, kendini yenilemeye teşebbüs etti; ilişkiler kurmayı aradı, sürekli olarak kendini titizlikle uzak tutmuş olduğu bir uygarlığın etkilerine kapısını açtı, böylece Avrupa camiasının ilgisini, manevi yardımını sağlamayı ve Hıristiyan dünyasının geri kalmış kıtaya karşı kolonizasyonunu ertelemeyi başardı.”
İstemeyerek kendine
yabancılaşmak!
Türk halkının olmasa bile ülkeyi yönetenlerin kafası, karşılaşılan şartlar ve zorunluluklar tarafından Avrupa işaret ediliyordu. 1830’lu yıllarda Rusya’dan dönen Kaptanı Derya Halil Paşa, “Avrupa’yı örnek almakta gecikirsek, toptan Asya’ya göç etmemiz gerekeceğini şimdi daha iyi anlıyorum” diyecektir. Zamanın Darülmuallimin Müdürü Sati Bey ise İçtihat dergisinde şöyle yazmıştı: “Biz garbı isteyerek taklit etmedik, onun hücum ve istilasına maruz kalarak hükmü nüfuzu altına geçtik” diyecektir. Bu değerlendirmelerden yarım asır sonra Kılıçzade Hakkı da bir başka vesileyle şunları yazacaktır. “Değil Asya’ya çekilmek, kutuplara firar etsek Avrupalılar gibi düşünmedikten, Avrupalılar gibi çalışmadıktan sonra orada dahi yakamızı bırakmazlar, mevcudiyeti mukaddesei indiye ve milliyetimizi muhafaza ettirmezler. Bugün Avrupa’dan tardettiler, yarın dünya yüzünden kaldıracaklardır”.
Yamanma işe yarar mı?
Ortada düşmanın dayattığı kurallara iltica ederek ayakta kalmaya çalışan bir çaresizlik vardır. Tanzimat gerçekte, İkinci Viyana Bozgunu sonrası Osmanlı Devletinin art arda uğradığı bozgunlara bir son verme girişimiydi. Ancak bu daha çok kendisini yutmak isteyen düşmana benzeyerek, onun şiddetinden korunmak içgüdüsüne benzer bir tavrı çağrıştırıyordu. Devleti ayakta tutmak için yapılan bu girişim, ne ilk olacaktı ne de son. İşin ilginç tarafı da devleti kurtarma noktasında fazla bir işe yaramayacak olmasıdır. Yamanma ve yaranma politikaları dün işe yaramamıştı. Bugün işe yarayacak mıdır? Siz ne dersiniz?