Avrupa’nın-Batı’nın yükselişi...
Avrupa, Orta Çağ’da uygarlıktan yoksun, çok geri bir zihniyetin tutsağıydı. Aynı dönemde günümüzdeki anlamıyla uygarlık -geçen hafta belirttiğimiz gibi- sadece İslâm toplumlarında vardı; İspanya’da yeşeren Endülüs uygarlığında olduğu gibi. Bu uygarlıkta Müslümanlar, taştan yapılmış tam korunaklı harika evlerde yaşarken; aynı dönemde Paris’te insanlar Sen nehri kıyısındaki barakalara sığınmışlardı. Yoksullukları da diz boyuydu... Ama böylesi bir perişanlığı yaşayan o zihniyette geri Avrupa; 16. yüzyılda birdenbire silkindi; kendini yeniledi; bilim ve sanat yolunda değil yürümek; çılgınca koşmaya başladı!
Nasıl olmuştu bu olay?
‘Batı’ olarak andığımız dünyadaki gelişmişlik kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bu gelişmişliğin temelleri, ‘yeniden doğuş’ anlamındaki Rönesans döneminde atıldı. 14. yüzyıl sonlarında başlayıp, 15 ve 16. yüzyıl sonuna kadar süren bu dönem, Avrupa’nın aklını bilim ve sanat yolunda, gerçekten doludizgin koşturdu.
Size hiç abartı olarak gelmesin; bir gerçek var ki, Doğu’nun bilgi desteği, Rönesans’ı doğurdu! Eski Çağ’ın, özellikle Adalar Denizi (Ege) çevresi bilginlerinin eserleri Orta Çağ boyunca -putperestlik dönemi eseridir diye- Avrupa’da yasaklanmıştı. Ama İslam bilginleri bu sürede o eserlerin çoğunu Arapçaya çevirmişlerdi. İşte o Arapça metinler Haçlı Seferleri yoluyla ve Endülüs İslam Uygarlığı kanalıyla Avrupalılarca elde edilip, Latinceye çevrildi. Bu ‘akıl ürünü’ bilgi akışı karanlık Avrupa’nın (Batı’nın) beynini aydınlatmaya başladı. Bu arada İtalya’da Şair Francesko Petrarca (1304-1374)’nın Eski Çağ yazmalarına ilgiyi başlatması, şiirleriyle insancıl bir fikir akımını beslemesi, ‘insan’ merkezli güzel sanatların gelişmesini körükledi. Sözgelimi; Leonardo da Vinci, o görkemli Mona Lisa tablosunu yaparken, insan anatomisi üzerinde çalışıyor; insanın nasıl kanat takıp uçabileceği konusunda da kafa yoruyordu. Ve elbette; Johannes Gensfleisch Gutenberg’in (1394-1468) matbaasının seri ürünler vermesi bilgiyi yaydı. Özellikle Alman Luther’in 1526’da İncil’i Latincenin boyunduruğundan kurtarıp, halkın anlayacağı dile çevirmesi ‘akıl coşkunluğunu’ sağladı.
Bilgiye verilen bu değer, Avrupa düşünce ikliminde müthiş bir değişiklik yaptı. İnsanlar, çevresini, yönetim anlayışını, yaşamı sorgulamaya başladılar. Düşünce özgürlüğüne karşı bir engel olarak gördükleri Kilise’nin dayatmalarını tartışır oldular. Bu arada, coğrafî keşifler ve ticaretin gelişmesi sonucu zenginleşen tüccarlar (burjuvalar); kiliseye karşı kralları desteklediler. Krallar artık, ‘af dilemek’ için İtalya’ya gidip, karakışta Papa’nın kapısı önünde donma tehlikesi geçirerek, beklemeyeceklerdi!
Burjuvanın krallar safında yer alması, siyasî otoritenin bir ölçüde bağımsız davranmasını doğurdu. Böylece krallar, kilise baskısı karşısında daha dik durmaya başladılar. Bu durum, özgür bir iklim yarattı. Krallar, kiliseye rağmen bilimi korudu. Tutucu-karanlık beyinler -din adına- arada bir akla, özgürlüğe ‘kelepçe’ vurmaya kalksalar da, zulümleri süreklilik kazanamıyordu. Öyle ki Papalığın burnu dibindeki Padua Üniversitesi çok rahatça bilimsel çalışmalar yapabiliyordu.
Sonuç olarak; Avrupa-Batı, ticaret devriminden sonra sanayi devrimini de başardı. Sanayi, teknik bilgilerle beslendi. Daha sonra ‘yüksek’ teknolojiyle şaha kalktı. Bugün kullandığımız harikaların çoğu 19. yüzyılda doğdu, emekledi, yürüdü... 20. yüzyılda ve günümüzdeyse çılgınca koşmaya başladı.
Hiç de duracağa da benzemiyor...