Atatürk başardı biz de başaracağız! (2)
13 Eylül 2010 günü yazmıştım bu yazıyı...
12 Eylül günü yapılan referandumda oy kullananlarının yüzde 42’sinin “Nasıl yani” şaşkınlığı içinde “süngüsünü düşürdüğü” günün hemen ertesinde... “Şimdi düşmek değil kalkmak vakti” demek için ülkenin yarınlarından ümidini kesenlere.
“Sütçü İmam”ın, “Şahin Bey”in dimdik durduğu bir coğrafyada dolaşırken yeniden aklıma geldi. Gazeteciliği filan bırakın bir yana, sadece bir Türk genci olarak kendi sandık manifestomu hazırlamak istedim.
Ama “yollar” işte; dura kalka, savrula savrula bu işin üstesinden gelemeyeceğimi anlayınca, bu olağanüstü günün hatırına, olağan hallerde hiç hazzetmediğim bir yönteme başvurdum ve arşivden “noktasına dokunulmadan yayımlamak üzere” o yazıyı çıkardım aceleyle.
“Atatürk başardı biz de başaracağız” demiştim ya; işte o gün bugündür...
Bugün camiyle kışlanın, imanla ilmin, akılla vicdanın, hak ile hukukun, devletle milletin arasını açan sinsi tezgahı bozmak için yola çıkanların günüdür...
Aşağıdaki ruhu eskimemiş satırları bunun idrakiyle okuyun:
“Bakmayın gazetelerin birinci sayfalarına, televizyon ekranlarına, girdiğiniz hemen her internet sitesinin açılış sayfasına, belki bugünden-yarından itibaren sözüm ona ”demokrasinin zaferi“ diye ilan panolarına çarşaf gibi serilecek o ”ak“a boyanmış ”karanlık“ haritalara...
Anadolu Kuvayı Milliye’yi bekliyor
Tokat’ta, ”yıpranmış üniformaları“yla, hakkında idam fermanı bulunan Mustafa Kemal’i karşılayarak, Anadolu’yla Kuvayı Milliye ruhunu buluşturan o 19 neferin, o cesur binbaşının, o kahraman çavuşun esamesi okunmaz mı sanıyorsunuz Anadolu’da artık?
Bir gün bu ülkeyi silkelemeye kalkışırsa bir avuç ” aydın “, bir avuç ” siyasetçi “, bir avuç ” hukuk adamı “, bir avuç ” öğretmen “ , bir avuç ” sanatçı “, bir avuç ” genç, yaşlı, çoluk, çocuk, kadın... “
Bir gün, mezalimi yaşamış dedelerinin kalpakları, ninelerinin yazmaları başlarında, şimdi onları ” sahillerde yan gelip yatanlar, keyif erbabı “ diye ötelemeye çalışan iktidara inat, pazen etekleri, lastik ayakkabıları, ” yüklük “lerinde sakladıkları Selanik işi setreleriyle, zulmün ve kıyımın ne olduğunu anlatmak için yeniden yollara düşerlerse Trakya’dan bir avuç ” mavi “ bakışlı Mustafa, Kemal, Zübeyde, Namık...
Onlara yeni bir ” Mesudiye “nin kapılasını açacak Ali Baba’lar çıkmaz mı Havza’dan? Efe’ler ” hayda bre “ çekerlerse bu ülkenin namusuna göz dikenlerin üzerine doğru, çiçek çiçek, üzüm üzüm oyalı ” kızıl “ başlıklarıyla onlarla yan yana yürürse Zeynep’ler, Elif’ler yeniden...
Bir Rıfat Efendi çıkmaz mı buyur edecek Tokat’taki evinde?
Diyarbakır’dan bir Ziya, ses vermez mi sesimize?
Hadi oradan...
Aylardır neredeyse bütün televizyon kanallarının, neredeyse bütün radyoların, neredeyse bütün gazetelerin, dergilerin bir ağızdan yürüttüğü kampanyaya rağmen...
Telefonlarının, internet yazışmalarının, evlerinin, işyerlerinin dinlenmesine; hayatlarıyla, ideolojileriyle, dava arkadaşlarıyla, meslekleriyle, karıları, kocaları, çocukları, dostları, sevgilileriyle aralarında ”telekulak“ların cirit atmasına, en mahremlerinin ”ek klasör “lere dolgu malzemesi yapılmasına, tehdit edilmelerine, tecrit edilmelerine, cadı avına, engizisyon rejimine, fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz bırakılacaklarını adları gibi bilmelerine/ maruz bırakılmalarına, az veya çok içlerine düşürülen korkuya, kaygıya, endişeye rağmen; hele de devlet kurumlarını silah olarak kullanan bir şantaj çetesi kol gezerken etraflarında...
Tam kapana sıkıştılar sanılan bir anda yani... Yine de insanlar bedenlerini ve o mangal gibi yüreklerini cumhuriyete siper edip, ses verebildiyse haftalardır ülkemin bütün sokaklarında, meydanlarında..
Pekala ”direniş“in zaferi kutlanabilir bu gece yarısında.
”Edirne eğilmiyorsa ben nasıl bükülürüm?“ dercesine...
Iğdır, üzerinde oynanan bütün oyunlara, şakağına dayanmış terörist namlusuna rağmen, adeta bir ”kartal“ gibi Anadolu’yu kucaklıyorsa açarak kollarını...
Eğer isterse...
En büyük gücünün bugün ortaya koyacağı irade olduğunu anlaması hürriyeti tanınırsa kendisine, ben inanıyorum, ”Türk Milleti“ bütün sınır kapılarını sımsıkı tutacaktır bugün vatanının! İçerde kalan gözümüzü, ciğerimizi, beynimizi oymaya çalışan ”düşman“ı mı soruyorsunuz?
1919 ruhunun nasıl doğduğunu, 1923 ruhunu nasıl doğurduğunu hiç unutmayın;
O başardıysa, biz de başarırız!
Şimdi bunlar kalkıp size ”muhafazakar“lar ile ”milliyetçiler“ arasındaki mesafenin açıldığını anlatıyorlar ya...
”Allah rızası...“ ile ”Millet rızası...“nı ”kılıç yarası“yla iki karşı cepheye ayırmaya kalkışıyorlar ya...
80 yıllık kuyruk acılarını ”darbe çilesi“ diye ambalajlayıp, dönmüş devrimciler, farklı ülkücüler diye başlayan uzunca bir listeyi, kendi intikamlarının ”tetikçisi“ olarak kullanıp bir kenara attıktan sonra, ellerini kana bulamadan sıyrılmayı hesaplıyorlar ya bu işten...
Bugün onların yürüdükleri yollardan, sizin 400 yıl önce nasıl döndüğünüzü hatırlayın...
Vaktiyle bir Ebusuud Efendi vardı mesela; Osmanlı’nın en ”parıltılı“ çağlarının ”kudretli şeyhülislamı!“ Derdi ki; ”Sultana isyan edenler dinsizdir, öldürülmeleri helaldir, bu kutsal bir savaştır!“ Böylece katlettirdi 40 bin Türkmen’i...
Bir Mustafa Sabri Efendi vardı vaktiyle; ”İngilizlerin, Fransızların, ve sair devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir...“ diye tepindi kapı kulluğunu yapmak için ” haçlı“nın, hem de ”din“ adına...
Bir Ziaddin Efendi vardı vaktiyle; ”ahlaksız“ demişti Cumhuriyet’e; belliydi fermanı: Yıkılması vacip!
Bir İskilipli Atıf Hoca vardı ki; ”İkisi de bezdendir, Türk bayrağını kaldırıp İngiliz bayrağı asarsanız ne olur?“ derdi...
Anadolu, hani şu Atilla İlhan’ın dediği dip dalgasını fokur fokur kaynatırken derininde, doğrulmaya hazırlanırken, o tuttu, tam da olmamış seçimin sonucunu evvelce ilan edip kendi iktidar namzetlerinden ötesine ”kaybedenler kulübü üyesi“ muamelesi çekenler gibi, ”yaralandı“ dedi Mustafa Kemal için; ”Korkacak bir şey kalmamıştı!“
Sonra mı? ”Korktukları“ geldi
başlarına.
Kesilen başlarından kubbeler yapan zalimler ordusunun karşısına, bir mimari, bir insani, bir askeri şaheser olan Cumhuriyet kalesini inşaa eden Türk Milleti, Erzurum’un sokaklarında , insanların Allah’ı sevme hakkına dahi iptek koyanlara pabuç bırakır sananlar varsa... Yanarım seleflerinin sonlarından ibret almayışlarına...
Ona da ”kafir“ demişlerdi
Saltanatın ”Ulema“sı, Kuvayı Milliyecileri ”kudurmuş haydutlar“ ilan etmişken, milletin imamını, müftüsünü, vaizini koluna takarak nasıl başardıysa Mustafa Kemal biz de öyle başarabiliriz işte!
Hakimiyet-i Milliye, nasıl ilk sayısında (Ocak 1920) ”Pazarcık Müftüsü Veli“nin feryadıyla başlattıysa Milli Mücadele’yi, nasıl Kuvayı Milliye ateşi bir imamın dudaklarının arasından ulaştıysa Anadolu insanının inanç dünyasına, bizim -sindirilmek istenen milli kalelerinin basının- satırlarımız da işte öyle ulaşabilir o insanlara...
O ”dinsiz, kafir, zındık...“ Mustafa Kemal nasıl çıktıysa Balıkesir’de Zagnos Paşa Camii’nin minberine; işte biz de öyle, bugün ”Bismillah“ deyip koyabiliriz geleceğimizin tapusu olan hazine değerindeki ”oy“larımızı sandığa..
Nasıl Balıkesir Hutbesi’nde ”Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır (...) Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir“ diyerek, ”Cumhuriyet’i kurmayı“ ortak bir ülküye dönüştürdüyse Mustafa Kemal ... Yine aynı yerde, Balıkesir’de; Yunan ordusuna karşı ilk direnişi başlatan, ilk kurşunu sıkan Kel Ali’nin şehrinde ”Cumhuriyet’i korumayı ve kollamayı“ ortak bir ülküye dönüştürebilir bu Millet ortaya koyacağı tercihle.
Vaktiyle ne beyler, ne paşalar, ne ağalar, ne sultanlar geldi geçti buralardan... Açın bakın Osmanlı Mühimme defterlerini... ”Saray“lıların ”gizli imha“ emirleriyle ” hırsızluk ve haramilik eyledüler deyu iddia eyleyüb haklarından gelinen“ kimbilir ne çok Türk’ün trajedisi çıkar karşınıza... Cumhuriyet’in işte o ”haramiler“in omuzlarında yükseldiğini unutmayın asla... Ege’nin ve Akdeniz’in, Toroslar’ın ve Kaz Dağları’nın o ”haramiler“in mayasıyla yoğrulduğunu da! Alerjilerinin Ege ve Akdeniz’in kumuna, güneşine değil; işte o mayaya olduğunu da!
Unutmayın, 1918’de İstanbul’da yayınlanan 200’den fazla gazete ve dergi işgalin devamını savunuyordu... İngiliz mandası evlaydı... Alemdar gazetesine göre Kurtuluş Savaşı önderleri ”serseri“ ve ”çete reisi“ydi mesela... Ve bunlara inananlar, Kubilay’ın başını alan ”bidon kafa“lılar yok muydu? Göbeğini kaşıyan adamlar... Cahil cühela... Sırtının sıvazlanmasını milletin bekaasından önde tutan asalaklar yok
muydu?
Olur da bugün bir kazık daha atmaya kalkışırsa ”göbeğini kaşıyan ve bidon ve hatta düdüklü tencere kafalı o adam“ Cumhuriyet’e... Yakup Kadri’nin dediği gibi; ”Türk münevveri sebebi sensin! Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Onu, behimiyetin, cehlin ve yoksulluğun ve kıtlığın eline bıraktın. O, katı toprakla, kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. (...) Sana ıstırap veren şey, senin kendi eserindir...
Mustafa Kemal, bir yabani ota döndürülmüş kitleleri, hem de arkasında coşkuyla meydanlar yokken, hem de kaçak göçek haldeyken nasıl Kuvayı Milliye’ye dahil edebildiyse, nasıl onları “cumhuriyet nesli” ne dönüştürdüyse, sen de aynısını başarabilirsin!
Mustafa Kemal gibi yapabilirsin, Alemdar’ın manşetine çıkmak için takla atmak yerine, İradeyi Milliye’yle anlatabilirsin derdini... Mustafa Kemal gibi yapabilirsin, Peyam-ı Sabah’a yaranmaya kalkışmak yerine, Hakimiyeti Milliye’ye omuz verebilirsin... Önce kendi maskeni çıkarabilir ve sonra köy köy, kapı kapı, ev ev gezerek Anadolu insanının kafasına geçirilen mankurt maskelerini söküp atabilirsin...
Aylardır ev ev, kapı kapı, köy köy gezenlerin emeğini karşılıksız bırakmayabilirsin...
Kırılma noktası Türklük şuurunda
Kırılma noktası, Anadolu insanının kafasına o maskenin takıldığı, gözüne milin çekildiği, aklına hatta vicdanına; kimi yerde bulguru-nohutu, kimi yerde şeyhi-şıhı, kimi yerde ağayı-beyi kullanarak takılan prangadır çünkü! Kırılma noktası Cumhuriyet’in kurucu fikri olan Türk Milliyetçiliği’ni Anadolu’nun göbeğinden kaydırma anıdır... Haliyle onarılması gereken o temeldir önce...
Ve bugün bu onarımı başlatacak çekiçtir, çividir, balyozdur elinizdeki oylar aslında.
1922’de bütün dünya nasıl “Sonu gelmiş gibi duran bu ülkenin, üstelik yapayalnız kaldığı bir anda, en yüksek düzeyde bir örgütlenme yeteneği ve doludizgin bir coşku sergilemesini” hayretle izlemeye mahkum olduysa... Sen, ben, o hepimiz birlikte, sonu gelmiş gibi duran bir millet şuurunu, üstelik her bir taraftan kuşatılmış olduğu halde yeniden enjekte edebiliriz damarına bu milletin!. Atatürk’ün yaptığını yapabilir ve “Türk olmayı” suç kapsamından çıkarabiliriz!
Alman Die Welt gazetesi, boyun eğmeyi seçersek neyi kaybedeceğimizi dokuz ay önce ilan etti:
“Türkiye referandumla Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını geriye itti.”
Madem bir miras kavgası... O zaman Türk Milleti’ne, Türk Milliyetçilerine, Türk Milliyetçileri’nin siyasi, fikri temsilcilerine düşen bellidir; Miraslarına namusları gibi sahip çıkacaklar!.. “Türklüğü” 400 yıllık sinsi bir mezhep tezgahıyla, etnik tuzakla Anadolu’dan sürgün etmek isteyenlerin oyununu bozacaklar... Çünkü Atatürk’ün en büyük mirası, Şeyh Sait’ten de, İskilipli’den de, Anzavur’dan da onların nifak tohumlarından yetişmelerden de daha güçlü olan ve vakti geldiğinde sağlam bir tokat atmasını bilen Türk neslidir Türkiye’ye!
Atatürk başardıysa, bugün o nesil de taş atıp kolu yorulmadan, sırtında yumurta küfesi taşımadan,ölmeden, öldürmeden yalnızca sandığa giderek, yalnızca sandığa gidip nasıl bir ülkede yaşamak istediğini bildirerek başarabilir...