Atahan...
Önceki gece Akatlar Kültür Merkezi’ni alkışlarla çınlatan, o an Halk TV’yi izleyen kim bilir kaç kişiden “maşallah”lar, “helal olsun” lar almasını sağlayan cümlelerinden biri de başlık olabilirdi; ama o, sırf sözleri değil her hali, tavrıyla manşetlikti.
Milyonlarca insan, gönül sayfalarına onun ismini kazıdı; dokuz sütuna kocaman puntolarla:
ATAHAN!
9 yaşında ama etrafta dolanan onca semirmiş “şehzade” değil de o oturdu işte “kalbimizin tahtı”na...
* * *
Atahan, Balyoz Davası’nda 16 yıl hapsine karar verilen Deniz Kurmay Albay Erdinç Altıner’in, İlkokul 4. sınıf öğrencisi oğlu. Önceki gece Balyoz mağduru ailelerin katıldığı Halk Arenası’nda Uğur Dündar’ın sorularına verdiği “şuur” fışkıran cevaplarıyla izleyen herkesin -klişe ama tam manasıyla- “sevgilisi” oldu.
“Toplumsal bir sorunu sorgulayın” ödevi için hazırladığı afişi göstererek başladı Atahan konuşmaya:
“Ben toplumsal bir sorun olarak ’adalet’i ele aldım.”
Yazı ve resimlerden oluşan kolajla “Belki de balyoz sırası adalet terazisi, sizde” diyordu. Önce “yok artık” diye geçirdim içimden, performans ödevlerinde adet olduğu üzere “anne eli” değmiştir diye düşündüm. Sonra, boyundan büyük cevaplarını dinledikçe utandım peşin hükmümden.
Babasını anlatması istendiğinde, onca kelime içinden “umudu” seçti Atahan;
“Benim babam umut veren bir insan. Konuştuğumuzda bana hep ‘Geçecek bu dönemler’ diyor. ‘Bir tecrüben var artık’ diyor...”
“Tecrübe”nin tanımı konusunda bile net cümlelere sahip olmasının zor olduğu çağında “Birçok insanın daha büyük yaşlarda yaşayacağı ‘kötü tecrübeyi’, bu yaşta yaşayıp ‘akıllanıyorum’. Tek çocuk olduğum için derslerime daha çok asıldım. Notlarımı yüksek tutmaya çalışıyorum. Sınav sonuçları açıklanır açıklanmaz hemen babama haber vermek istiyorum. ‘Gururlandığını’ telefondan bile hissedebiliyorum...” diye “tecrübeleri”ni ve ona kattığı “sorumluluk”ları aktarıyor.
“Sen de baban gibi subay olmak istiyor musun” diye soruyor Dündar. Cevap “balyoz” gibi:
“Subay olmak istiyorum da, başarılı olursam bana da bu darbeyi yaparlar diye biraz korkuyorum.”
“Ne istiyorsun?” sorusuna cevabı basit:
“Babamla vakit geçirmek istiyorum; nasıl olursa olsun!”
Ve bakın nasıl tepki vermiş babasının tutuklandığını duyduğunda:
“Ben ‘şeref duyarım’ dedim. Çünkü babam şerefinden tutuklanıyor... Babamın vatan haini olmadığını herkes biliyor sonuçta...”
Ortak oldukları “kumpas”a dolananlar “Yeniden yargılama uzun iş, gelin bu işi “af”la halledelim” deyip “oldu-bittiye getirme telaşı”na düştü ya şu ara... Atahan’ı izlerken “Acaba, 9 yaşındaki bu çocuğa ‘babanı affedelim mi’ diye sorsalar, nasıl bir cevap alırlar” diye düşündüm.
“Babam şerefinden tutuklu” diyen bir çocuk, masum olduğundan emin olduğu babasının “suçluymuş gibi” affedilmesini, hayatını “affedilmiş bir suçlu” olarak sürdürmesini ister miydi? Kanar mıydı kumpasçıların bu “kirli tuzağı”na?
Denemesi bedava, sorsunlar Atahan’a!
GÜNÜN SORUSU
Balyoz’da “yeniden yargılama” nın kolay olmadığını savunanlar neden “af” yerine “Yargıtay Ceza Kurulu” nu gündeme getirmiyorlar? PKK’nın siyasallaştırılmasını içeren asıl “büyük kumpas”ları bozulur diye mi korkuyorlar?
Hâlâ mı “benim mahallem”cilik!
Pilot Tuğgeneral Mustafa İlhan’ın oğlu Batuhan “Ayakkabı kutuları da verseler bize yaşattıklarını ödeyemezler” dedi...
Deniz Kurmay Albay Derya Günergin’in kızı Rüya, babasının adliyeye çağrıldığında “avukat bulalım” teklifine verdiği cevabı paylaştı:
“Ben asker adamım, çağrıldığım yere giderim.”
Pilot Tümgeneral Ayhan Gümüş’ün kızı Selin mermer gibi duruşlarının perde arkasındaki hisleri gizleyemedi:
“Canınızın bir parçasını alıyorlar sizden, nasıl güçlü olabilirsiniz ki!”
Emekli Tümamiral Semih Çetin’in babası tutuklandığında 14 yaşında olan kızı Simay, aynı durumdaki bütün çocukların durumunu özetledi:
“Büyümek zorunda kalıyorsunuz...”
Deniz Kurmay Albay Baybars Küçükatay’ın daha 6 yaşında olan kızı Beray isyan etti:
“2.5 yıldır, kaç gündür eve gelmiyor... Babam orada tutuklu gibi yani resmen... Of!.. Ben babamla resim yapmak istiyorum, basketbol oynamak istiyorum, balık tutmak istiyorum..”
Hava Kurmay Albay İsmet Çınkı’nın kızı Ece “Babam beni korurdu” diye başladı; “Şimdi hayattaki her şeyden daha fazla korkuyorum...”
Deniz Kurmay Albay Önder Çelebi’nin eşi Gonca, ifadeye çağrıldıklarında Genelkurmay’dan kendilerini arayanların “Ne yapmayı düşünüyorsunuz” diye sorduğunu söyledi. İronikti; Albay Çelebi “Ben askerim Genelkurmay neyi emrediyorsa onu yaparım” demişti!
Emekli Tuğgeneral Süha Tanyeri’nin eşi Nilgün Tanyeri, sabahın 7’sinde kapılarının nasıl çalan polislerin, evlerinde geçirdiği 8 saatin “lahmacun siparişini mumla aratan” detaylarını anlattı!
Daha “Ergenekon”da “torba”ya atılan ve tutukluluğunun altıncı yılına girmek üzere olan Hava Kurmay Albay Cengiz Köylü’nün eşi Gamze, babasının kulağına küpe yaptığı öğüdünü açıkladı:
“Sizler benim prenseslerimsiniz; başınızı eğmeyin tacınız düşer!”
* * *
Ekran başına mıhlanarak izledik Halk Arenası’nı. Katkı sağlayan herkesin eline, koluna, aklına, vicdanına sağlık.
Ve fakat...
Uğur Dündar’ın televizyonculukta inşa ettiği, hak ve adalet temelinde yükselen markaya yakışmayan, “kanka”lık kontenjanından kaynaklandığını sandığım “pozitif ayrımcılığı”nı kınadığımı not düşmeden edemeyeceğim.
Program boyunca “Türkiye’nin Balyoz’u yakın arkadaşı Yılmaz Özdil’in yazılarından öğrendiğini” tekrarlayıp durdu Dündar.
El insaf yahu!
Daha soruşturma aşamasından itibaren, yargılama boyunca, üstelik de gazetecilere dönük bir “paralel cadı avı” sürerken, ağızlarından salyalar fışkıran “yandaş” ların, “tetikçi” lerin, “yargısız infazcılar”ın karşısına çıkıp, davadaki hukuksuzlukları, insani dramları gür bir sesle dile getiren bir avuç gazeteciye ayıp!
Bir gün olsun duruşma salonunu boş bırakmayan, tarihe tanıklık eden gazetecilere ayıp!
Özdil’in “karardan sonra” başlattığı mektup kampanyası kuşkusuz moral olmuştur cezaevindekilere, bu anlamda hakkını teslim edelim tabii de kimse kusura bakmasın ne o linçin yaşandığı ekranlarda, ne duruşma salonunda görmedim ben Özdil’i “adalete” payanda olmaya çalışanlar arasında. Ha herkesin tarzı, tercihi farklı eleştirmiyorum, sadece bu sürecin ilk gününden beri, birçok riski de göze alarak gazetecilikte ısrar edenlerin emeğini “kanka onurlandırmak” adına hiç etmenin hoş olmadığını söylüyorum. Yakışmadı!
Bu hikayenin bir tek kahramanı var;
O da, tek vücut olan o kadınlar ve çocuklar; o kadar!
Ha bir de,
Özdil, Dündar’ın dediği türden bir “farkındalık” yaratabilmiş olsaydı, karar günü Silivri’de, Türk Ordusu’nun en seçkin subayları “Uğruna ölümü göze aldığımız Türk Milleti nerede” diye sitemde bulunmazdı.
Sırf Özdil’in değil, hiçbirimizin yazıları iktidar ve “paydaşları” eliyle yürütülen psikolojik operasyonu bertarafa yetmedi. Yetseydi zaten ne 12 Eylül referandumu, ne de 12 Haziran seçimleri öyle neticelenmezdi!
Yazık; hâlâ “benim mahallemcilik” oynadığına göre, gazeteci taifesi “yenilgi”lerinden Atahan kadar bile “tecrübe” edinememiş demek ki!