Asıl şenlik bundan sonra
Slogana uyup şoförleri, dilencileri, tinercileri, doğal ve suni her türlü afeti ve afet gibi
“kent sakinleri” ile İstanbul sahneye çıkarsa; siz o zaman görün şenliği, kültürü, başkenti...
İmzalanan protokollere göre yılın ilk gününden, yani 1 Ocak 2010’dan bu yana, İstanbul resmen “Kültür Başkenti”.
En son pirinç, buğday gibi uyarıcılarla vatandaşlık görevlerine vakıf olan değerli halkımızın “bu durumu” idrak edemeyebileceğinden şüphelenmiş olmalılar ki, devreye “8.5 milyar lira”ya mal olan yeni uyaranlar soktular:
Taksim’de Tarkan, Kadıköy’de Mor ve Ötesi, Beylikdüzü’nde Nil Karaibrahimgil, Sultanahmet’te Mercan Dede, Pendik’te Kıraç ve Bağcılar’da da Zara... (Susuz köye çamaşır makinası gönderip madara olmaktan ders almamışlar.)
İktidarlılar “olduk” demeden “ne olduğumuzu” kavrayamayanlar için yapılan bu “damgalama törenleri”nin naklen yayını sırasında, kırmızı burunlu, ağzından buhar saçan muhabirler, titrek sesleriyle şu incileri döktüler:
“Şu anda Tarkan’ın şıkıdımıyla kültür başkenti oluyoruz Sayın Seyirciler...”
“Evet görkemli havai fişek gösterisiyle İstanbul Avrupa Kültür Başkenti oldu...”
“Şu dakikalarda Cumhurbaşkanı ve Başbakan Avrupa Kültür Başkenti’nin açılışını yapıyorlar...”
“Oluyoruz, oluyoruz, ooooldukkk!..”
Zaman ayarlı bomba sanki; belleğimizde patladıktan sonra 17 Ocak sabahına “Hepimiz kültür elçisiyiz” şuuruyla uyanacağız...
Kültüre giriş faslı
Hele protokolün arz-ı endamı yok mu!.. Kurdela kesip giriyoruz “kültür” e(!) Besmele çekip sağ adımımızı içine attık mı tamamdır; Kültürün başkenti de oluruz, hızımızı alamazsak Başöğretmeni de, Başkomutanı da!..
Oluruz olmasına ve hatta olduk da ne oldu?
Milliyet’e göre “İstanbul 2010 büyüledi”, Akşam’a göre “İstanbul için başkent vakti”ydi, Sabah “Sahne senin İstanbul” diye yol verdi, Star’a kalırsa da “Sahne İstanbul’un” du...
Dakika bir, gol bir; İstanbul sahneye “Dubai, İngiltere, Fransa, İspanya ve Brezilya gibi birçok farklı ülkede gösteriler düzenleyen Fransız Group F’nin ”Ateş“ ve ”Balon“ tiyatroları”yle çıkmasın mı? Kültür ve kent olgularına ne kadar “Fransız” olduğumuzu göstermek istediler herhalde.
Şu ana kadar ki “kültürlülüğümüzü ispat çabaları”, ancak Mehmet Aurelio’nun üzerindeki milli takım forması kadar uydu gerçekliğimize.
Sadece açılış konserleri için seçilen rock, pop, folklor vs. sembol isimlerine bakarak bile göstere göstere sentez, mozaik, biraz ondan, biraz şundan, o da sevsin, bu da alkışlasın diyerek ortaya çıkardığımız “kendini bilmezlik, arada kalmışlık” halini göstereceğimizi tahmin etmek zor değil. Kültür başkenti içeriğinin temel esprisi “kentlerin kendi kültürlerine has özellikleri sergilemeleri”. En önemli dayanağı ise “kentlilik bilinci”. Yani yaşadığı şehri evi gibi hisseden, kendisini birey olarak onun parçası, tamamlayıcısı sayan ve bu anlamda kent denen dişlinin bir çarkı olduğunu fark eden insanların ortaya çıkardığı harmoniyi/ezgiyi duyurmak...
Üç kuruş için bir aydan fazladır ayazda titreyen TEKEL işçilerine nispet yapar gibi çatır çatır havaya 8.5 milyar saçmak, Habitat kabus günlerindeki gibi “yüksek kaldırımlar” yapmak, içinde kimsenin yaşayamadığı bina döküntülerini rengarenk mantolamalarla gizlemek bir yana... Kulağınızı İstanbul’dan yükselen harmoniye dayarmısınız lütfen:
- Kadıköy’de minibüsün sıkıştırması sonucu kontrolden çıkan halk otobüsü durakta bekleyen insanları da altına alarak ağaçlık alana girdi!
Güüüüm!
- Dolmabahçe’de İETT otobüsü kontrolden çıkarak ağaca çarptı! Baaammm!
- Alibeyköy’de kamyon işyerine girdi! Şangırttt!
- Etkili yağış sebebiyle onlarca ev sular altında kaldı! Şarrrrr!
- Diğer şeritteki şoför arkadaşıyla camdan cama sohbet ederken trafiğin akışını engelleyen minibüsçü çileden çıkardı: Daarrttt!
- Dam çöktü... Bina göçtü... İnek tepti...
Çok seslilikte, Devlet Senfoni Orkestrasına taş çıkartmaz mı?
Finansörler sağ olsun
Tarkan’la iki salladıktan sonra metrobüse turnikeler üstünden yüz metre engelli koşarak değil, jeton atarak binen, otobüs kuyruğundakilere abanmayan, kapasitesinin üç katına çıkan araçlarla toplu taşıma rekor denemesine girişmeyen, çocuklarını dilendirmeyen, yolda birbirinin suratına baka baka hönkürmeyen, sümkürmeyen, tükürmeyen, trafik ışıklarına karşı renk körünü oynamayan, otobanda karşısına öküz çıkma ihtimali bulunmayan insanlar mı olduk biz şimdi?
Normalde devletin ulusal veya yerel yöneticilerinin talebi ile alınan bu etikete bir tek İstanbul’un “sivil toplum kuruluşları”nın çırpınması ile eriştiğini de düşününce;
Her Allahın günü benzerlerine ancak Pakistan’da, Kongo’da, Tanzanya’da filan rastlanan olaylara gebe bir şehri, 2000’den bu yana, Avrupa Kültür Başkenti yapmak için çırpınan Nuri Çolakoğlu, Cengiz Aktar, İKSV, Tarih Vakfı gibi kişi ve kurumlardan oluşan Girişim Grubu başta olmak üzere, bu işi sahiplenen herkesi, en başından bu yana “tetikleyen” başka bir şey olmalı?
Mesela AB’nin “finansman çıkarma” kararı gibi bir şey...
Nasıl kurtardı mı bari?
* * *
Tırışkadan teyyare...
Tırışkadan teyyare... Daha önce İzmir’i kerizlemeye çalışmışlardı “Expo’yu alacağız, acayip müthiş, aklınız durur” filan diye... Şimdi de İstanbul’a aynı numarayı yapıyorlar, “Kültür Başkenti olduk, inanılmaz bi şiy...”
Hangi şehirde Expo 2010?
Madem bu kadar önemli bir hadiseydi, niye bilmiyoruz, nerdedir bu seneki Expo?
Kültür başkenti meselesine gelince...
Konserler monserler, havayi fişekler, öyle bir rüzgâr yaratıyorlar ki, sanırsın “her şehre nasip olmayan lütuf”tur.
Halk arasındaki tabirle, Avrupa’da kültür başkenti olmayanı dövüyorlar birader... Biz olana kadar, Lüksemburg iki defa olmuş mesela... Hadi diyelim “Cork City”yi kahvede İddaa oynayanlar bilir, kültürün başkenti ilan ettikleri Sibiu’nun nerde olduğunu kaç kişi bilir Allah aşkına?
Üstelik, “Kültür başkenti olduk” diyorlar ama, “Kültür başkentleri olduk” aslında... Çünkü, 2010’da üç şehir kültür başkenti, İstanbul, Essen, Pecs...
3’ün 1’i yani.
Seneye Turku ile Tallinn, öbür seneye Guimares ile Maribor, daha öbür seneye Marsilya ile Kosice... Londra kültürsüz bu arada iyi mi! Budapeşte veya Moskova da.
Hayır, “evinden işine dört saatte gidebilen, iki santim yağmur yağdığında oturma odasında boğulan, son 15 senede Miniatürk’ten başka eseri olmayan bir şehir, nasıl kültür başkenti olabilir?” diye sormayacağım. Ama şunu merak ediyorum doğrusu...
Memleketin başkentinde 20 bin kişi, eksi 2 derecede, çoluğuyla çocuğuyla açlık grevi yaparken, adeta alay eder gibi, Tarkan’la göbek attırmanın neresi kültürdür?
l Yılmaz Özdil / Hürriyet
* * *
‘Havai’ iktidar
İstanbul’da olağanüstü görkemli havai fişek gösterileriyle renklenen törenler yapılır, kentin 7 noktasında pop konserleri verilirken Ankara’da bazı insanlar ekmeklerini korumak için mücadele ediyorlardı.
TEKEL işçileri 34 gündür çoluk çocuk, kadın erkek hükümete seslerini duyurabilmek için Ankara ayazını yiyorlar.
Binlerce işçinin katılımıyla Sıhhiye Meydanı’nda haklarını elde edebilmek için miting yaptılar.
Bir iktidar emeğin kutsallığına nasıl bu kadar duyarsız kalabilir?
Bir iktidar nasıl bu kadar kuruluşla aynı anda kavgalı olabilir?
Sayarsak ortaya şöyle ürkütücü bir liste çıkıyor: Sendikalar, işçiler, memurlar, emekliler, üreticiler, yargı, medya, işadamları, sivil toplum örgütleri...
l Tufan Türenç / Hürriyet
* * *
AKP kışlasında basın talimi
- Rahat! Hazrol! Sağa dön! İleri, marş! Rap, rap, rap, rap!
Neyin sesi bu?.. Türkiye Cumhuriyeti basın mangasının... Kışlanın önünde, yat kalk eğitim yapıyor manga. Ve bölük komutanı eğitimin neticesini açıklıyor:
“Özellikle bu son olayda yazılı ve görsel Türk medyasının durduğu nokta, benim bir Başbakan olarak özlediğim noktadır. Bundan dolayı da ben medyamıza, yazılı görsel hepsine şahsım ve milletim adına teşekkür ediyorum.”
Bölük komutanı ikide bir haykırmıştı:
- Bunları okumayın!
- Bunları evlerinize sokmayın!
Geldiğimiz bu noktaya bakıp ben de “medyamıza, yazılı-görsel hepsine, şahsım ve milletim adına teşekkür ediyorum.” İktidar kışlasında talim yapmanın çok büyük nimet olduğunu herkes anlamalıdır. Böyle bir medyanın içinde yer almaktan ne kadar kıvanç duyduğumu da anlatamam... l Rıza Zelyut / Güneş
* * *
Klasik neo-con taktiği
Yılmaz Polat, Türk Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’a İsrail’de uygulanan “alçak koltuk” taktiğinin aslında bir Amerikan neo-con (yeni muhafazakâr) taktiği olduğunu anımsattı:
“25 Ekim 2002 tarihinde Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Faruk Loğoğlu beraberinde Müsteşar Yunus Demirer ve İkinci Kâtip Gürcan Balık (şu anda Davutoğlu’nun danışmanı) Irak konusunda davet üzerine Beyaz Saray’a gitti.
Salondaki çalışma masasının çevresindeki sandalyelerde 7 kişi oturuyordu. Üç kişilik Türk ekibine Amerikan ekibinin karşısına konulan üç koltuk gösterildi.
Türklerin oturduğu sandalyelerin ayak boylarının kısa olduğu hemen anlaşılıyordu. Amerikalılar yüksekteydi. Yüksekte oturmak psikolojik olarak karşısındakini etkileyebilirdi.
Wolfowitz hemen konuya girdi. Başkan Bush’un Irak konusunda henüz kararını vermediğini ancak karar alırsa Türkiye’nin asker dahil tam desteğini beklediğini söyledi.”
Görünen o ki, İsrail’de yaşananlar bile bile lades olmuş. l Işık Kansu / Cumhuriyet
* * *
Mağdur edebiyatı
Ahmet Altan, Taraf’ta sık sık mahkemeye çağırılmaktan yakınıyor: “Medyanın baskı altında olduğunu iddia eden ’medya mensuplarının’sanırım çok ilgisini çekmiyor Kadıköy Adliyesi’nin bizimle ilgili yüzlerce dava açması...” diyerek gazete ve yazarları duyarsızlıkla suçluyor. Basın özgürlüğü konusunda elbet duyarlıyız... Ne var ki, Taraf gazetesi masumiyet karinesine ve soruşturmanın gizliliğine aykırı yayın da yapıyor, kişileri ihbar ediyor, kaynağı belirsiz haberlerle yargısız infazlara gidiyor... Başkalarını yargıya ihbar ediyor, hapse attırıyorlar ama kendileri bir zahmet mahkemeye kadar gidip ifade vermeyi mağduriyet sayıyorlar... l Melih Aşık / Milliyet
* * *
MİNİ YORUM
Dokuz kat davul tutsaydınız
Onca yazıldı çizildi. Onca soruşturma, dava açıldı. Hâlâ onlarca insanın hayatını etkileyen bir davayla ilgili yapılan “bilgi ve belge servisi”ne iştahla atlamak habercilik başarısı gibi sunuluyor. Dün bir gazete gururla anonsluyor: “4. İddianameye ulaştık!” Başınız göğe mi erdi? Kim, hangi suçtan, hangi ceza istemiyle yargılanacak kamuoyuna duyurup, iddianame mahkemeye ulaşmadan mı başlatacaksınız yargılamayı?