Annelik sancı demektir...
Tam kırkbeş yıl önce, bir dağ köyünde; zayıf, çilekeş bir kadının acılar çekmesine sebep olmuşum...
Her çocuk anneye "sancı" demektir...
Sancı; doğumla başlar, çocuklukta her tökezlenişinizde, yaralanışınızda, ağlayışınızda devam eder...
Çektiğiniz her acı, maddi veya manevi, anneye sancı olarak döner...
Yere her kalpaklanışınız, duyduğunuz azar, kavgada çizilen diziniz...
Annelik budur işte; sancılı başlar, sancı ile büyür; biraz yaşlanınca, herkesin "rahata kavuştu" dediği anlarda dahi annenin yüreğinde üç yaşındaki çocuktur ellilik evlat...
Sancı devam eder yani...
Yalancı bir rahatlık yok değildir hani...
Kimileri onu da göremez...
Çeker sancıyı, eserini ortaya koyar; şöyle kenara çekilip doya doya seyredemeden terk-i diyar eyler...
Hepimizin geçmişinde vardır bir sancılı kadın...
Benim annem, okuma yazma bilmeyen; yirmi yaşında babasının vermediği adama "kaçan" kendince cesur bir kadındı...
Kaçmak, içine girdiği dünyada yaşamanın yanında "cesaret" bile değildi...
Ömrü boyunca "kaçma"nın bedelini ödedi bu ümmi kadın...
Bir taraf için babaya "hain" olmanın, diğer taraf için ise "uyma gelen" gelin olmanın bedelini ödedi; sessizlikle, ezilmekle...
Koca mı?..
Koca, o zamanlar Anadolu coğrafyasında "sevgili" değildir henüz; evin sahibinin oğludur ancak...
Şairin dediği "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" bir varlıktır kadın...
Annelik bir mükafat değildir elbet; çünkü doğurmak o çağlarda kadın için "mükellefiyet"tir o kadar!...
Ve anne, kadın, yani erkeğin hizmetkârının ortak kaderinden birisi de "ümmi" olmaktır...
İslam'ın "oku" emri erkeğe inmiştir o demler...
Annem de o kadınlardan biriydi...
Sırtında gövdesinin iki katı yük; keçilerin, kurtların ve yaban domuzlarının kullandığı patika yollardan, üstelik yetmiş beş derece eğimli, sırtında yakacak ve ot, gençliğini değil kaderini yaşayan yüz binlerce Karadeniz kadınından biri...
Evlilik bu hayattan kurtuluş değil, fakirliğe kucak açıştan başka bir şey değildir...
İlk çocuktan başka çocuk yapmamak için içmedik kocakarı ilacı bırakmayan, çocuğu için "ölse de fukaralıktan kurtulsa" diye dua edecek kadar koyu bir fukaralıktır bu...
Bir anneyi oğlunun ölümü için dua edecek kadar çaresizleştiren fukaralık Karadeniz insanını bu coğrafyanın en göçebe insanı yapmıştır...
Göç, bu milletin kaderidir demiştim bir yazımda...
Bu kaderden o da kaçamadı...
Kopup geldiği Anadolu'nun boz topraklarında kucağında iki çocuk. Her şeye rağmen yapmaktan kurtulamadığı ben ve ağabeyim...
Ömrü çocukları için dua etmekle geçen bu ümmi kadın için "sancı" bitmez elbet...
Fukaralıktan kurtuluş, annelik sancısını dindiremedi.
Önce, çocukları ve ailesi için "sığınak" olacak yuvanın sancısını çekti...
Sonra, çocuklarına iyi bir gelecek sağlamanın sancısı.
Kendi ümmiliğine inat, çocuklarının okuması için yırtındı, yalvardı ve ağladı...
Her Karadenizli gibi çocuğunun "imam" olmasını istemedi; subay olsunlar isterdi...
Okuyup yazamasa da görebiliyordu.
Elinden geldiğince, yazarak değil "teşvik ederek" çocuklarının eğitimini yönlendirmeye çalıştı.
Okul yıllarımız onun sancısını dindirmedi. Sancının yerini endişe aldı...
Önce "başarılı olacak mı?", "okuyabilecek mi?" endişesi.
Sonra, "vatanı kurtarmaya" çalışan çocuğu için, "acaba başına bir şey gelir mi?" endişesi...
Endişelerin en büyüğü buydu onun için.
Annesine "bir şey yapacaklar çocuğuma" diye ağladığını yıllar sonra öğrendiğimde; ancak anlayabiliyordum evlat kaybetme endişesinin büyüklüğünü...
O bizi kaybetmedi...
Ama biz onu kaybedeli tam yirmi altı yıl olmuş...
Ne hayalleri vardı kim bilir?..
Kendisi için değil tabii ki...
Çocuklarını evlendirip, torunlarına bakacak, kaynana olacaktı...
Çocuklarıyla beraber ihtiyarlayacak, onların ihtiyacına koşacaktı...
Ama nefesi yetmedi. Ömrü boyunca yüreğinde hissettiği sancı onu beyninden vurdu...
Bir Karadeniz köyünde başlayan hayat hikayesi, bir Anadolu kasabasında son buldu...
Anneliğin büyük bir şey olduğunu ölüm döşeğinde "hakkını helal et, en az annelik sana yaptım..." dediği zaman anladım...
Kırkbeş yaşındaydı, bense onsekiz...