Allah kahretsin sizi!

Milyonlarca insanın gözünün içine baka baka, Van’da, Diyarbakır’da, İstanbul’da insan hayatına kasteden azgınları “barış gönüllüsü” diye yutturmaya çalıştılar

Barışa açılan alan da çekilen fotoğraflara baktık dün sabah toplantı masasında:
Bir Noter ateşe verilmiş... Bir PTT şubesi... Bir İtfaiye aracı... Bir banka.... ATM’ler...
Sadece reddettikleri “devlet”in yatırımları değil, “halk”ın ekmek teknesi olan mekanlar da var saldırılan yerler arasında;
Bir lokanta... Bir hırdavatçı... Sonra ev-bark...
İnsanı yaşatan, besleyen, ayakta tutan ne varsa yerle bir olmuş Aksaray’da... Ve onlara kalırsa “insanlık namına” sahip çıkılmalı bu manzaraya!


Fotoğraflar öyle söylemiyor
Barış alanında çekilmiş bir başka fotoğraf var karşımızda:
Taş yağıyor bir toplu taşıma aracına... Tıpkı bindiği otobüse attıkları molotofla günlerce acılar içinde kıvranmasına ve en sonunda dayanamayıp annesinin kucağından uçup gitmesine neden oldukları lise son sınıf öğrencisi Serap Eser’de olduğu gibi, ilgilendirmiyor onları önceki gün taşladıkları otobüsteki insanların da hikayesi...
O belediye otobüsünün içinde kıstırılmış “insan”ların yüzlerindeki dehşeti görmeliydiniz. Baktınız belki, önünüzden geçti o resim ama sizin “şartlandırıldığınız refleks” kapsamına girmediğinden göremediniz.
“Empati” yapalım:
İşten eve dönen yorgun bir babasınız belki, cebinizde iki gofret biri kızınıza biri oğlunuza... Anneannesine sürpriz yapmaya hazırlanan bir torunsunuz, sabırsızlanıyorsunuz bir an evvel öpmek için o pamuk elleri... Sınava yetişme derdindeki uykusuz öğrencisiniz, başınızı dayadığınız camda patlayan taşla irkilmişsiniz... İşsiz, güçsüz zaman geçsin kavlinden otobüsü mekan tutmuş gezenlerden de olabilirsiniz...
Bizden biri sonuçta, otobüsün camından dışarı bakarken beti benzi atmış halde resmedilen kişi.
Düşünün şimdi, trafik durmuş, etrafınız kuşatılmış, kapana kısılmış gibisiniz, “ileri demokrasi” yasaları geçerli olduğu için “yardım” beklemek nafile... Ve hiç tanımadığınız binlerce kişi, şehrin caddelerinde korkunç bir uğultuya dönüşen ne anlama geldiğini bilmediğiniz sloganlarla üstünüze geliyorlar... Bir tek elleriniz var medet umabildiğiniz; yüzünüzü, gözünüzü onlarla kapatmış olduğunuz yere sinmişsiniz!


Her yürekte yanan bir ateş var
Bir başka fotoğraf:
Otobüste çaresizce “kurtarılmayı” beklemek yerine, kendilerini dışarıya atmış yedi sekiz kişilik bir grup, arkalarına bile bakmadan can havliyle barıştan kaçıyorlar!
Belli korkmuşlar barıştan...
Çünkü barış bir meçhul; yüzü saklı, kapkara çaputlarla sarılı, poşulu, maskeli, paçavralar giyinmiş üzerine...
Çünkü eli sopalı barışın; taşlı, molotoflu!
Kin kusuyor çünkü barış; tehdit ediyor, yakıyor, yıkıyor, kan akıtıyor, yaralıyor, kıstırıyor, korkutuyor, eziyor, öldürüyor...
Çünkü barış Abdullah Öcalan ve PKK posterleri taşıyor!
Önceki gün içinden barış geçen sokaklardan birinde bir ev yanıyordu... Bir kadın elindeki tasla söndürmeye çalışıyor camının pervazına kadar dayanan alevleri... Kim bilir nasıl titriyor elleri... Nasıl korkuyor... Nasıl aciz ve yalnız hissediyor kendisini...
Söndürdü diyelim, ya şimdi yüreğinde baş gösteren yanma...
Onu Banu Güven gibi, Sırrı Süreyya Önder gibi bu ülkenin sözde okumuş, sözde aydın, sözde kamuoyu oluşturabilir konumundaki insanlarının gözünün içine bakarak söylediği yalanlar mı söndürecek?
Tek tesellim hemen her gün izleyip alfabesi “ıııhhh, aaaahhh, oooohh, ııımmmm, aaeeeııı” gibi inlemeye benzer ses efektlerinden oluşan garip diline hakim olmayanların, anlayamamış olması ihtimalidir Banu Güven’i...
Yoksa ne yaralayıcı olurdu, Sırrı Süreyya Önder’in tiratları ve onun “Aha, hı hı, evet, evet, işte bu” diyerek amigoluk yapması!
Hoş amigodan ziyade bir militan izledik önceki gün Türkiye’nin en büyük haber kanalının ekranında! Gözünü nefret bürümüştü; ağzından çıkarmak isteyip çıkaramadığı her kelimeyle biraz daha keskinleşen hıncını görmemek mümkün değildi.
Jestleri, mimikleriyle linç etti seyirciyi...
Öyle rayından çıktı ki, Önder’in küfreder gibi olup sözünü yarım bıraktığı bir anda “söyleyebilirsin” bile dedi konuğuna...
“Çanak” diyorduk böyle tiplere ama, Güven “çanak”lığı da aştı, oldu bildiğin “kova” hatta “karavana”!
Ne Banu Güven, ne Sırrı Süreyya Önder, ne dünkü gazetelerde YSK kararını “Kürtlere yapılan haksızlık, ön kesme vs.” diye yorumlayanlar, hiçbiri bizim gibi düşünmek zorunda değil... Biz de onlar gibi bakmak zorunda değiliz hayata. Siyaseten farklı yerlerde durabilir, düşünce sistemi başka ideolojilerle yoğrulmuş olabilir, aldığı eğitim, yetiştiği sosyal ortam, aile, şu, bu, tümünün birikimiyle birbirine uzak yerlerde konumlanmış olabilir insan. Ama vicdan her bünyede aynı değil midir; bir dönüp “ne yapıyorum ben” demesi için değil midir insanın vicdan!
Vicdan sahibi biri, barıştan yana olduğunu iddia eden biri, insan hayatına kast edilmesini hoşgörebilir, bunun için savunma geliştirmeye gönüllü olabilir mi?


Konvansiyonel molotof
Haberci olduğunu iddia eden biri ve siyasetçi adayı diğeri, sanki taş devrinde yaşıyormuşuz gibi, sanki Van’dan, Diyarbakır’dan, İstanbul’un göbeğinden bir tek kare yansımayacakmış gibi ekranlara, gazete sayfalarına, sanki alem kör, aptal ve sersemmiş gibi nasıl olurda herkesin gözünün önünde cereyan eden gerçekliği tersyüz edebilirler böyle sorumsuzca?
Bir haber kanalının “yüzü” olmuş kişi öylesine taraf olmuş ki adını bile koyamıyor önceki gün Türkiye’deki başgösteren isyanın... “Van’dan, Diyarbakır’dan, İzmir’den, İstanbul’dan haberler geliyor ama hepsini doğrulatmak gerektiği için ayrıntıya girmiyorum” diyor utanmadan... Oysa aynı saatte çalıştığı kanalın internet sitesinde, dakika dakika, il il toplanmış bütün bölücü saldırılar... Çok uzağa değil, NTV’nin internet sitesine baksa “doğrulanmış” olacak isyan!
Hem de resimleriyle birlikte!
Azgın kalabalığın polise karşı tutumunu “konvansiyonel” bulmuş Banu Güven. “Mayın demokrasi” sayıldığına göre şaşırmamalı, molotof da demek ki postmodern “uzlaşma” aracı!
Velakin polise öfkeli. O kadar ki, karşısında bir polis olsa, adını hayranlıkla andığı Sebahat Tuncel’in izinden gidip bir tokat da o atacak sanıyorum bir ara...


Orman kanunlarını savundu
Sırrı Süreyya Önder’de katılmış İstanbul’daki eyleme. Anlatıyor:
“Taksim’den Aksaray’a 20 bin kadar insan yürüdü yahu insan intizar eder, bir çocuğun bile elinden hakkı alındığında tepki verir insana. Orada da gaz bombası atmışlar, sana yetişmek için o gaz kısmından ben kurtulmuşum!”
Sadece ekranda yaşanmıyor bu kepazelik... Gazeteler de aynı. Dünkü Radikal’de kadının biri “Gaz bombalarından kaçan siviller, adliyenin yanındaki belediye binasına sığındı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Osman Baydemir, yaşananları şu sözlerle aktardı: “Her yere gaz bombası atıldı. Onlarca kişi ezilme tehlikesi, gazdan etkilenme ve kafalarına isabet eden gaz fişeğinden yaralanma nedeniyle hastanelere kaldırıldı. Ülke bir kez daha akıl tutulmasına doğru hızla ilerliyor...” diye aktarıyor olayları...
Geleneksel mağdur edebiyatı; yersen!
Siz yaşıyorsunuz asıl akıl tutulmasını...
Yalan söylüyorsunuz; gerçekleri çarpıtıyorsunuz.
Şu diyaloglara bakın:
“Ezilenlerin, Kürtlerin, yoksulların, mülksüzlerin haklarını meclis ya da değişik platformlarda temsil edecek olanlardan aha bu suçu(devletin güvenliği aleyhine suç) işlememiş insan yoktur....”
Bu ezik söylem, bu eski komünist jargonla etnikçiliği sentezlemek, bu hümanist ağız pek fiyakalı oluyor da; Banu niye sormazsın karşındakine yoksul bir kadının evini ateşe vererek, onu mülkünden ederek mi koruyorsunuz siz mülksüzlerin hakkını? Belediye otobüsüyle işine gücüne giden insanları ateşe verip çalışamaz hale getirerek mi koruyorsunuz yoksulu? Hayat gailesine düşmüş insanların ekmek teknelerine saldıranlar ezilen mi, oluyor ezen mi?
At gözlüğü bile beceremez bu kadar ortada olan bir gerçeği, görüş alanının dışına itmeyi...
Ne kullanıyorsunuz da halüsünisyon etkisi yaratıyor bünyenizde?
Önder’in “çocuğun elinden oyuncağını al o da tepki verir” benzetmesini “aslında tabiat kanunu savunuyorsunuz” diye olumlamaya çalıştığını duyunca tek bir geçti içimden:
Güven, acaba kafayı mı yedi?
Büyük balığın küçük balığı yemesi de tabiat kanunu, “altta kalanın canı çıksın” öyle mi; ne güzel demokrasi!


Yatacak yeriniz yok
“Barış” diyorlar sürekli:
“İnsanlar bir barış bloku oluşturmuşlar... Bu, bir; ortaklaşma arzusunun, iki; barışa dönük iradenin ispatıdır...”
“Benim derdim neydi? Düzeni gayet yerinde bir insandım ben. Barış için kendimizi ortaya attık, seferber olduk... Canına kurban olsun bu halkın, bu yoksulların...”
“İnsan olmak bir parça da vicdan taşımak yetiyor... Herkes alan açmalı barışa!”
Merak ediyorum var mı yatacak yeriniz acaba?
Gördüklerinizi algılama güçlüğü mü çekiyorsunuz; anlayışınız mı kıt! Yoksa milletin algı kanallarında arıza yaratmak mı niyetiniz?
Adam açık açık tehdit yağdırırken kalkmış “ama siz “başka alan” derken meclis dışında siyaseti kast ediyorsunuz değil mi” diye meşrulaştırmaya çalışıyorsunuz...
Diyaloga bakın hele:
B. Güven: Leyla Zana, Hatip Dicle milletvekili seçildiler, yıllarını hapiste geçirdiler ne için?
S.S.Önder: Barış için!
Bu dalga geçmekten başka ne insan aklı, kamu vicdanıyla...
Değil işte, adamlar “barış” demiyor; “Kandil” diyor, “savaş” diyor, “kan” diyor. Kulağımıza da inanmayalım mı yani!

***

Son sözüm dünkü yazısında Şeyh Said’lerin annelerini kutsayan Ece Temelkuran’a...
Dün sabah annem aradı tam evden çıkacağım sırada. “Aman bugün metro, otobüs kullanma!” dedi kaygıyla... Benim anneme, kimseye silah doğrultmamış, kimseye taş atmamış, kimsenin evini-işini başına yıkmamış evlatlarının hayatından endişe duyan bütün diğer annelere bu kötülüğü yapanlara kol kanat gererken hiç mi sızlamıyor vicdanlarınız?

“İlk defa “barış”tan kaçan insanlar gördüm... Çünkü bir meçhuldü “barış”; yüzü
kapkara çaputlarla sarılı, poşulu, paçavralar giyinmiş üzerine... Çünkü eli sopalı barışın; taşlı, molotoflu!
Kin kusuyor çünkü barış; yakıyor, yıkıyor, öldürüyor...”

+++

Tayyip, AB uğruna yarattığı Kürtçülük canavarının, kendi ağzıyla başlattığı Kürtçülük açılımının altında şimdi eziliyor ve ezilecek.
Siz boşverin(!) çıkacak olayları, yine de Tayyip’in iki gün önceki
sözlerine kulak verin:
“Kürt meselesi bitmiştir!”
Nah bitmiştir.
Emin Çölaşan / Sözcü

+++

Başka izahı yok; köşe kadıları akıl tutulması yaşıyor olmalılar...

Gerçekten acıklı. İnsanı isyan ettirici bir karar. Vicdanları kanatıyor. Barışa darbe vuruyor. Demokrasiyi dışlıyor. Toplumsal huzur ve siyasal istikrar açısından Türkiye’nin önünde karanlık dehlizler açıyor. Yazık!
Hasan Cemal / Milliyet

***


Ak Parti ile YSK, kötü ünlü 1925 tarihli ’Şark Islahat Planı’nı yeniden yürürlüğe koymak için üzerinde önceden kararlaştırılmış ve 24 Şubat tarihinde tartışılmış ’devlet planı’nı uygulamak konusunda ortak ve birbirlerinden haberli davranmaktadırlar.
Cengiz Çandar / Radikal

***

Kafalarımıza girmiş, farklı düşünmemizi engelliyor. Derin devlet ölmedi, hala yaşıyor. Leyla Zana’nın Meclis’e girmesini sağlamak, Türkiye’nin niyetini gösterir. Soruna, demokrasi içinde çözüm arandığının işaretini verir.
Mehmet Ali Birand / Posta

***


BDP’ye yönelik bu karar sadece Kürtler’in değil, demokrasiye inanan herkesin tepkisine yol açmış durumda. İstanbul’dan Diyarbakır’a uzanan bu öfke zinciri demokratikleşme ve Kürt sorunun barışçı yöntemlerle çözümü açısından bir fırsat.
Ergun Babahan / Star

***


Bu yargıçlar, onlarca yıl bu ülkede ’Kürt’ kelimesini yasakladılar. Benim gibi bu kelimeyi kullanmaya kalkan insanları mahkeme mahkeme, hapishane hapishane süründürdüler. Onların tek bildiği ’devlete karşı suç’tur. Birisi devlete karşı suç işlemişse örneğin, Kürtçe eğitim talep etmişse o kimse ömrü billah artık iflah olmaz. Ne seçebilir, ne seçilebilir.
Oral Çalışlar / Radikal

***

Kürtler adına siyaset yapanların Türkiye demokrasisine yaptığı katkıyı misliyle teslim etmek gerekiyor. Her şeye rağmen Meclis’te olmanın önemine inanan ve sistem onları kapı dışarı etse de, sistemin içinden söz söylemeye çalışan bir parti olarak BDP’yi sahiplenmek her demokratım diyenin boynunun borcu.
Bejan Matur / Zaman

Yazarın Diğer Yazıları