Alıştılar, alıştırdılar
Turgut Özal, kimsenin kabul etmeyip isyan ettiği, anane ve örflere ters davranışları için kendisini uyarıp itiraz edenlere “alışırlar, alışırlar”demişti. Aradan geçen yıllarda haklı çıktı. Gerçekten de nelere alışmadık ki, daha doğrusu nelere alıştırmadılar ki bizleri?
Açlığa, yokluğa, yoksulluğa, anamıza sövülmesine, itilip kakılmaya, hakaret görmeye, hak ararken dövülmeye, adalet ararken hapsedilmeye alıştık. Gururumuz diye övündüğümüz askerimizin aşağılanmasına, askerimizin başına torba geçirildiğinde sessiz kalmaya, komutanlarla dalga geçilmesine, askere terörist ve siyasetçilerin hakaret etmesine de alıştık. Ülkeyi kurtaran, Cumhuriyetin kurucusu kişilere her gün sövüp sayılmasına, hakaret edilmesine, sayelerinde iktidar olan siyasetçilerin de eserlerini yermesine alıştırıldık.
Ama her şeye rağmen sinekkaydı tıraş yerine kirli sakalla gezmeye, kravatları çıkarıp bağrımızı açmaya, milleti L harfi gösteren normal ayakkabı yerine burnu uzun ayakkabılara, aslan gibi delikanlılar yerine göbek atan, kalça sallayan adamlara, şiir diye tekerleme okuyan acemi şairlerle dans diye yerlerde takla atanlara da alıştık. Türkçe yerine birbirimize İngilizce kelimelerle hitap etmeye, güzelim Türkçenin içine etmeye de alıştırdılar.
Bütün Müslüman ülkeler içinde, en ılımlı ve yerine oturmuş hakkaniyetli inançlara sahip bir ulus olmaktan çıkıp, radikal bir İslam ülkesine döndürülmemize de alıştık. Okuldan fazla camimiz, öğretmenden fazla imamımız olmasına da alıştık. Din konusunda sessiz kalmaya, değerlerimizin, Batılılıktan Doğululuğa, kültürümüzün Avrupalılıktan Araplaşmaya kaymasına, modernlikten orta çağ örümcek kafasına dönmeye de alıştık.
Paramız yokken borç para ile yaşamaya, aile kültür ve saygımızın değiştirilmesine, kadınlarımızın para için değişimine, çocuklarımızın işsizliğine, emeklinin, memurun, işçinin sürünmesine alıştırıldık. Kışları doğal gaz yakmadan yaşamaya, et yememeye, benzin ve mazotu dünyada en pahalı satın almaya, yalnızca on yıl kadar önce tarım ülkesi olduğu söylenen ülkemizde sebze ve meyveyi pahalı almaya veya alamamaya, üç tarafı denizle kaplı ülkede balık yememeye de alıştık.
Gazetecilerimizin, öğretim üyelerimizin, askerlerimizin, hukukçuların, siyasi parti liderlerinin hapsedilmesine de alıştık. Yayınlanmamış kitapların, yapılmamış darbelerin, eğitimin ve daha fazla demokrasi ve özgürlük isteklerinin de yargılanmasına alıştık. Hele hele parti liderlerinin anayasasının halkın anayasası diye yutturulmasına, tarikatların cemaatlerin iktidar kavgasına, komşularımızın iç işlerine karışmaya, onlarla barış içinde yaşarken sürtüşmeye de alıştık. Yeni Osmanlı olduklarını söyleyen kişilerin, Osmanlıdan nefret eden Arapları kardeşimiz ilan etmesine, terörist isteklerini yerine getirmeye, verdiğimiz vergilerin ülkeyi parçalamak isteyenlere harcanmasına da alıştık.
İslam üzerine nutuklar atarken Hıristiyan dünyasının en büyük kollayıcısı ve koruyucusu olunmasına, Müslümanları bombalayarak katleden ve Hıristiyanlar için dua edenleri alkışlamaya alıştık. Amerika’daki TCA adlı bir Türk derneğinin Iraklı Hıristiyanlara 100 bin dolar bağışta bulunmasına da alıştık. Somali, Filistin, Libya Tunus ve Mısır’a para, çadır ve bağış kampanyaları yaparken kendi depremzedelerimize yetmemeye alıştık.
Ama hem onların hem de sizin affınıza sığınarak, ben Tayyip Erdoğan’ın Başbakan, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı, Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi başkanı olmasına alışamadım. Ben Türk askerinin onuruyla oynanmasına da alışamadım. Allah alıştırmasın...