Alamut’a el salla
Tayyip Erdoğan’ın dünkü AKP grubunda “devleti ele geçirmeye çalışan örgüt”le ilgili olarak “Haşhaşiler” benzetmesi yaptığını duyunca aklıma birkaç yıl önce hazırladığım “Silahsız Haçlı Seferi” dizisi geldi.
Anadolu’da 1820’den itibaren yoğunlaşan misyoner faaliyetlerin “metodolojisi”ni analize dayalı çalışmayı bakın nasıl noktalamıştım:
Robotlaştırıldılar...
“Misyonerler için okul “toplumun maddi-manevi ilişkilerinin yeniden üretilmesini sağlayan tek kurum”du; başka bir deyişle ağacın yaş iken eğildiğinin idrakindeydiler... Ama at, ama eşek üzerinde, Anadolu’nun en ücra köyüne kadar gittiler. “Fakir ama zeki” çocuklardan, “veliahtlar” yaratma operasyonu başlamıştı.
Hayatları boyunca doğdukları köyün dışına çıkamayacak belki çıkmayı hayal bile edemeyecek olan bu çocuklar için (...) dünyayı yönetmeye talip olmak öyle sihirli bir “ideal”di ki, hareket kabiliyetlerinin ancak bir “maşa”nınki kadar olduğunu göremediler hiç bir zaman.
“Misyon”un kutsallığı, “sorgulanamaz”, “tartışılamaz” oluşu, bir süre sonra “düşüncenin gücü”nü kaybetmelerine neden oldu bu “en akıllı” ve “en çalışkan” çocukların... “Akıl” ve “irade”ye değil iyi bir “ezber kabiliyeti”ne ihtiyaçları vardı sadece...
(...)
Kendilerine dair bütün değerleri ve kişiliklerinin en özgün yanlarını kapının dışında bırakan, tek tip giyinen, tek tip tıraş olan, bir süre sonra bakışları bile aynılaşan, aynı torna tezgahından çıkmış “demir çubukları” andıran “bir sürü” insandılar artık; donuk, ruhsuz, hissiz... Robotlaşmıştılar. Hedefe kilitlenmiş bir füze sistemi gibiydiler; ateşlendikleri anda gidecekleri yer belliydi...
Özgürlüğü savunuyorlardı ama yıkılmaz duvardan sınırları vardı aslında... Hoşgörüyü savunuyorlardı ama “zafere giden her yol da mübah” tı; zulüm dahil, ihanet dahil, kumpas dahil... Diyalogdu görevleri ama tebliğden, hatta dayatmadan bir adım ilerisine gitmediler hiçbir zaman...
(...)
Anadolu’nun, ve dünyanın dört bir yanı bu okullarla sarılmıştı... Her okulu emperyalizmin tankı hayal edip varın siz düşünün doğurduğu sonuçları!
Kadro hareketi...
(...)
Gelişen cemaatin kadro ihtiyacını karşılamak üzere kurulan yüksekokullar da hayli önemliydi.
Misyonlarının şuurunda olan bilgili ve yetkin yerli elemanlar “en kısa sürede sorumluluk almak üzere” ancak bu okullarda yetiştirilebilirdi.
Nihayetinde bu bir kadro hareketiydi...
Mustafa Kemal 3 Ocak 1921’de “binlerce çocuğun Türk hükümeti ve milletine karşı dostane olmayan ve sadıkane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine müsaade edemeyiz” dediğinde bu tarihi uyarı belki tam olarak kavranamamıştı ama (...) “Türk Milletine karşı sadıkane olmayan hislerle” yetişenlerin “kendilerini okutup yetiştiren, burs veren, ellerinden tutup adam eden büyükleri”ne duydukları sadakatin ruhen teslimiyet boyutuna ulaşmasının nelere yol açtığını, tarih boyunca yaşadık; öyle görülüyor ki yaşamaya da devam edeceğiz!
Biat düzeni...
Okullar elde ettikleri “hamur”a şekil vermeye yarıyordu ama hedef coğrafyalara ilkin matbaa ile sızdı misyonerler. O hamurun harcını kardılar; kıvama getirdiler.
Evlere, işyerlerine, akıllara, fikirlere, bu matbaalarda bastıkları dergilerle sızdılar; o sızıntı elden ele, evden eve yayıldı, zaman geldi gazetelerin yayınına başladılar; bir, iki, üç... Psikolojik savaşın ilk ve en stratejik cephesi açılmış oldu böylece. “Düşman”ın zihni rehin alındı, değerlerinden koparılarak “savunmasız” bırakıldı, “yeni değerler” aşılanarak önce “uyuşturuldu” sonra “köleleştirildi”... Dünya o gazetelerde, dergilerde yazandan ibaretti, kavramlar tersyüz edildi; “millet” başka bir şeydi artık, “devlet” başka, “din” başka, “insan” başka ve hatta “Tanrı” başka! Tıpkı bugün o diyarda “demokrasi” nin başka bir şey olması gibi, “hukuk”un başka olması gibi... Bütün pencereleri kapatılabilsin diye gerçeğin, kapıdan, pencereden, elden milyonlarca sayfa “tebliğ” edildi “inananlar”a bu yolla!
Gönüllerin fethi...
“Akıl”dan sonra sıra gönlün, duygunun işgaline gelmişti. Hastaneler ve yardım dernekleri önemli silahlardı. Şehirler ve kasabalar kısa sürede hastanelerle donatıldı; geri bırakılmış bölgelerin, varoşların “yaralı”, “derman arayan”, “yalnız ve çaresiz” insanları “kimse yok mu” diye bakındıkları anda etrafa; ilk onları gördüler yanlarında. “Tedavi” edildiler yavaş yavaş; “hastalıkları”ndan kurtarıldılar; “vebalı” fikirlere karşı “bağışıklık” kazandı bünyeleri. Ne ilaç derdi, ne yiyecek, ne yakacak; “Hızır”dan rol çalan misyonerler sayesinde kuş gibi hafiflemişlerdi! Ve minnet duygusu kuşkusuz biata çıkan en kestirme yoldu...
Ya bizim “Alamut”lar...
Faik Bulut “Hasan Sabbah Gerçeği”nde şöyle özetliyor Alamut Kalesi’nin ele geçirilişini:
“Hasan Sabbah peyderpey gönderdiği davetçileri sayesinde kale içindekilerin İsmaili olmasını sağladı. Vaktin geldiğini anlayınca derviş kılığına bürünüp Dikhuda takma adıyla dış kaleye girdi, propaganda ve örgütlemeyi tamamladı. Sıra iç kaleye geldi. Sabbah tek başına en tepedeki bey köşküne çıkıp, Mehdi’den burayı terk etmesini istedi. Sabbah’ın iç kalenin en müstahkem konağına nasıl girebildiğine şaşıran hükümdarın nöbetçileri çağırması fayda etmedi. Zira onlar ya Hasan’ın eski, ya da yeni müritleriydiler...”
(...)
Her devlet de bir kale değil mi özünde; her başkent, her sınır karakolu, her kozmik oda, her anayasal kurum da bir Alamut değil mi?
Çatımız, sığındığımız, koruması altına girdiğimiz, canımızı, malımızı, geçmişimizi ve geleceğimizi güvenle muhafaza edeceğine inandığımız kalelerimiz?..”
***
Biz bu “dost-modern” uyarılarda bulunurken sen ne yapıyordun hatırlıyor musun?
Ne istiyorlarsa veriyordun!
“Haşhaşiler”i -bütün kaleleri teslim yoluyla- ihya edebilmek uğruna gözden çıkardığın, “öz vatanında parya” haline getirdiğin Türk Milleti’nin sana, “istikbal” değil de hakikaten “istiklal” derdine düştüğüne inanması için bir tek sebep söyle şimdi!
Ki inanmamaları için çok geçerli olan “sebebi” söyleyen de sensin:
“Acırsan, acınacak hale düşersin!”