Al şu diyetini ödediğin kolu...

Bu başlık tamemen hayal ürünüdür(!)

Önce Ali Bulaç’ın “Fitne” başlıklı dünkü yazısından alıntı aşağıdaki bölümler:
“Siyaset, yönetim sanatını maharetle kullanıp iktidar ilişkisini düzenlemektir.
İktidarın sadece siyasî değil, birbiriyle bağlantılı ekonomik, bürokratik, kültürel boyutları vardır. Yönetim sanatını bilen yöneticiler, adaletle, estetikle ve erdemle iktidarı paylaştırırlar. Siyasette en büyük zorluk iktidar olmak değil, adaletle, sanatla ve erdemle yönetmektir.
Akıllı tüccar, kazanan ve kazandıran tüccardır. “Rabbenâ hep bana” diyen tüccar bir-iki defa kazanır, ama eninde sonunda kaybeder. Siyasette de sürekli kazanmanın yolu, katılımı sağlamak, kaynaklar üzerinde tekel kurmaktan, temellükten kaçınmaktır.
(...)
AK Parti’nin geleneksel Milli Görüş çizgisini gözden geçirip iktidara yürümesi, eşzamanlı cemaatlerin -tek bir cemaat değil- ona toplumsal olarak da destek vermesiyle mümkün oldu. Selçukluların hâkim olduğu Anadolu’daki hat üzerinde yaşanan iktisadî ve dinî hareketlilik benzer şekilde 21. yüzyılda da ortaya çıktı.
Bu mesud işbirliği sonucunda (...)AK Parti girdiği her mahallî ve genel seçimden gücünü artırarak çıktı, bölgeye açıldı, siyasî istikrar sağlandı ve en önemlisi sivil siyasetin askerî-bürokratik vesayetten kurtulması yönünde büyük başarılara imza attı.
Geldiğimiz nokta bu işbirliği ve dayanışmayı zorunlu kılıyor; her türlü temellük, inhisar ve fitneden uzak durmayı gerektiriyor. Bugünkü olaylara yakın, dar açılardan değil, 300 yıllık bir perspektiften bakmalıyız. Üçüncü şahısların, iç ve dış güçlerin körüklediği fitne ülkenin tamamına ve Ortadoğu’nun geleceğine dönüktür. Hepimize büyük sorumluluklar düşüyor. ” Fitne katilden beterdir. “Kardeşçe, adaletle, paylaşarak ve fedakârlık yaparak yolumuza devam etmekten başka seçeneğimiz yok..”

***


Ömer Seyfettin’in ünlü hikayesi Diyet’i hatırlıyor musunuz?
“Ustalığı”yla nam salmış Demirci Koca Ali işlemediği bir suçtan dolayı cezaya çarptırılır; kolu kesilecektir. Mahalleli seferber olur, zengin kasap Hacı Mehmet’i Koca Ali’nin kolunun diyetini ödemeye ikna eder. Kolun diyeti ödenir.
Koca Ali hesapta kurtulmuş gibi gözükse de bu diyet asıl mahkumiyetinin başlangıcı olur. Hacı Mehmet, Koca Ali’nin kolunu kurtarmak için verdiğinin karşılığı misliyle geri almak niyetindedir. Koca Ali’yi “kölesi” gibi çalıştırır. “Bütün işlerini ona gördürür”.
Koca Ali ne yapsa memnun edemez Hacı Mehmet’i; ne yapsa kurtulamaz “borcu”nun yüzüne vurulmasından, başına kakılmasından.
Bir..
İki...
Gün gelir sabır taşı taşlar, alır eline baltayı ve Hacı Mehmet’in ödediği diyet sayesinde kurtulan sol kolunu koparır. Kopardığı kolu Hacı Mehmet’in önüne atar:
“Al şu diyetini verdiğini...”

***


Bulaç’ın yazısından anlaşılan o ki devleti “kilitleyen” kavganın özeti Hacı Mehmet ile Koca Ali arasındakine benzer bir “diyet meselesi” .
Hacı Mehmet’in “borcuna” karşılık olarak iktidarın etinden, sütünden, derisinden, yününden sonuna kadar faydalanmak istediği aşikar...
Bir günde, ağızdan çıkan tek bir sözle yeni baştan bir düzen yaratmanın mümkün olduğu dünyada, siyaset ustası olduğunu iddia eden iktidar sahipleri, ödemekle bitmeyeceğini bildikleri borca mahkum olmayı mı yoksa o demirci ustası gibi önemli bir güvenceyi “feda” edip özgür kalmayı mı tercih edecek!




Hayır olsun, gündüz niyetine!

Zaman yazarı Ali Ünal iki yıl önce bir arkadaşından dinlediği rüyayı anlatıyor:
“Güzel, güneşli bir gün. Hz. Ömer’i (ra) görüyorum, en üst makamlarda bir idareci olarak. Elinde kazma, köyümüzde bir tarlanın etrafına hendek alıyor. Elimde ceketini tutuyorum. Yanında da milletvekili bir yakınım var. O yakınım, siyasete girdiğinden şikâyetçi. Cekete bir şey olmasın diye onu götürüp evimizde duvara asmak için köye iniyorum. Köyün içinde, köyün mübarek ihtiyarlarından Şerif Can ve etrafında çocuklar var. Şerif Can’ın üzerinde kahverengi cübbe bulunuyor. Ceketin bu cübbeye katiyen dokunmaması gerekiyormuş. Ne kadar uğraştımsa da ceket cübbeye dokundu ve o anda elimde kupkuru bir dala dönüşüverdi. Korktum ve heyecanlandım.”
Bu rüya kendisine ne zaman anlatıldı bilemiyorum (malum rüyaların gece anlatılması pek hayra yorulmaz) ama biz Ünal’ın bu rüyaya dair “dokunursan kuru dala dönersin” biçimindeki “çarpıcı” yorumunu “gündüz niyetine” aktaralım:
“Rüyadan anlamam da, şöyle düşündüm: O zata Hz. Allah (cc), günümüzde Hz. Ömer gibi olma imkânı vermiş. Tarla, ekim alanı olarak, âhiret adına ülkeye hizmet sahasıdır; o zat, bu tarlayı tehlikelere karşı koruma altına alabilirse vazifesini yapmış olacak. Ceket, onun makamı veya makamına ait en önemli hizmet boyutlarından biridir. Bazıları, onu makamı itibarıyla muhafazaya çalışır. Tarlada çalışma tevazuu da simgelediği için, o zat, tevazuu asla elden bırakmamalı. Rüyadaki Şerif Can, isminden hareketle, ülkenin şerefi ve canı olan safî mübarekleri, üzerindeki kahverengi cübbe, onların zamanın son dilimindeki temsillerini, etrafındaki çocuklar, çocuk saflılığıyla ülkenin yarınına hizmet edenleri ve ülkenin yarınlarını simgeler. Hz. Ömer olma imkânına sahip zatın makamı, onlara dokunmamalı. Dokunacak olursa, neticenin vahameti gösterilmiş.”
Bir de mübalağa demişlerdi gidişatın “dokunan yanar” diye özetlenmesine...
Rüyada bile affı yoksa, uyanık halde dokunan hakikaten de yanar bu rüyaya göre.
Tayyip Erdoğan istiareye yatsa, kalkıştığı iş “hayırlı mı, değil mi” bu kadar net cevap bulamazdı!



BASINDAN SEÇMELER


Karen Fogg şekerleri bu hikayeyi iyi bilir
Basiretçi Ali Bey’in macerası

Geçen gün basın tarihimizle ilgili bir kitabı karıştırırken birden durakladık:
“Basiretçi Ali Bey’in Almanya macerası.”
“Basiret”, İstanbul’da çıkan bir gazete, sahibi de “Basiretçi Ali” , kendi deyimiyle İstanbul’un muteber gazetesi...

***


Gazete, Fransa ile Almanya arasındaki çatışmada Almanları tutar.
“Basiretçi Ali Bey” bir gün Tarabya’daki Alman elçiliğine davet edilir, Büyükelçi “Basiretçi” yi dış kapıda karşılar, izzet, ikramda bulunur, sonra davet sebebini anlar:
“Prens Bismark, Basiret’in yayınlarından ve Ali Bey’in yazılarından çok memnundur. Kendilerini, yol parası elçilikten karşılanmak üzere, Berlin’e davet etmektedir, acaba kabul buyururlar mı?”

***


Hiç kabul edilmez mi?
Memnuniyetle!
Ali Bey hem kabul eder hem de içinden arz-şükran eder:
“Koskoca dahi-i alem, o kadar harp gaileleri siyasi meseleler arasında fırsat Basiret-i okurmuş...” diyerek...
İyi ama bu daveti, devlete haber vermek gerekmez mi?
Hemen Sadrazam Ali Paşa’ya koşar, anlatır, Sadrazam da memnun olur, Mühürdar Mustafa Bey kendisine bir tomar para verir, sayar 500 lira, her ne kadar almak istemezse de mecburen(!) alır, yan cebine koyar, ertesi günde Alman elçisi de 1000 franklık bir çek verir, bunu almak istemez ama ısrar üzere yine yan cebine koyar.

***


“Basiretçi Ali Bey”in Berlin yolculuğu böyle başlar.
Ustamız 29 gün Berlin’de ağırlanır, Prens Bismark veda için gelen Ali Bey’e biraz daha kalması için rica eder.
Maalesef kalamayacaktır, Ausburg’a gidecek matbaasına makine ve teçhizat alacaktır.
Prens fabrikanın sahibini tanıdığını söyler, “Sizden insaflı para almaları için bir mektup yazayım” der.

***


Trene biner, kendisini uğurlayan Bismark’ın adamı ile vedalaşırlar, adam bir zarf verir “Basiretçi Ali Bey” çaktırmadan zarfı açar:
“İçinden, değeri yüz lira on tane bankonat çıktı, oh ne ala, diyerek, cüzdanıma yerleştirdim” diye yazar.
“Ausburg”a varılır, makineler satın alınır, Ali Bey fiyatını sorar, 1300 lira tutmuştur, fakat Prensin emri olduğu için para alınmayacaktır, onun hesabına geçirilecektir.
“Basiretçi Ali Bey”in Berlin anıları şu cümleyle biter:
“Prens hazretlerine nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyordum.”

***


İşte basın tarihimizden bir yaprak...
Herhalde bir ikincisi yoktur,
Varsa da biz bilemiyoruz.
Karen Fogg’un şekerlerine sormalı.
Bilse bilse onlar bilir, günahlarına girmeyelim de...
Hasan Pulur / Milliyet




Türk Ordusu Suriye’ye saldıran robot asker mi yapılacak?

NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen , “İzmir’de güçlü bir Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın kurulmasına karar verdik. Burası hem Türkiye, hem NATO için önemli bir üs olacak” diyen bir açıklama yaptı.
NATO, ABD demek.
ABD ister, NATO yapar.
NATO Genel Sekreteri, “Suriye’ye saldırı niyetlerinin olmadığını” söylüyor fakat “Suriye’den Türkiye’ye yapılacak bir saldırı durumunda NATO’nun savaş açabileceğini” sözlerine ekliyor.
İlginçtir.
Dikkat isterim.
NATO Genel Sekreteri bu konuşmayı Bürüksel’de sadece Türk gazetecilerinin katıldığı bir toplantıda; yazıp Türk halkına duyursunlar diye yapıyor.
Ve yine ilginçtir.
Yine dikkat isterim.
NATO Genel Sekreteri’nin Brüksel’de “İzmir’de güçlü bir Kara Kuvvetleri Komutanlığı kuracağız” dediği saatlerde Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD’nin başkenti Washington’da yaptığı görüşmelerde “Suriye mermerinin çatlatılması” konusu ön plandadır.
Bizim Dışişleri Bakanı net!
Açık ve direkt konuşuyor.
“BM (Birleşmiş Milletler) sivilleri korumuyorsa başka platformlar oluşturulmalı” diyor.

***


Yine çok ilginçtir.
Yeniden dikkat isterim.
Bizim Başbakan da net!
O da açık ve direkt söylüyor.
Suriye’nin Humus kentinde 5’i bebek 67 kişinin Suriye ordusu tarafından öldürülmesi üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan, “Humus için hesap sorma zamanı” diyor.
Hesap nasıl sorulacak?
Bir model bulunur.
Gönüllü ülkeler bir araya gelir.
BM dışında platform oluşur.
Suriye’ye girilebilir.
İçinde Türkiye’nin de muhtemelen öncü güç olarak yer aldığı gönüllü ülke ordularınca Suriye’nin işgal edilmesi dünyaya; “İnsanlık adına! Kardeşlik adına! Komşuluk adına!” diyerek duyurulabilir. Fakat bu esasen “Türk ordusu Suriye’ye saldıran robot asker yapıldı” diye tarihe geçer.
Korkmak, bazen sağlıktır.
Robot gibi kullanılmayı önler.
Necati Doğru / Sözcü




Demokratik anayasanın perde arkası

Görev vermişler, daha sonra MİT Müsteşarı olacak Hakan Fidan, “Başbakan’ın özel temsilcisi” olarak gitmiş PKK ile anayasa pazarlığı yapmış, yeni anayasada özerk Kürdistan’a olanak tanınacağını Başbakan adına “protokol”e bağlamış.
TBMM’de kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu, o komisyon üyeleri, bu durumda ne oluyor? Hiç, bir hiç!
Demokratik anayasa tantanasının ardında; bir PKK ile pazarlık var, bir de Recep Tayyip Erdoğan’ın tam yetkili halife-sultan olma isteği. Bu kadar basit.
Işık Kansu / Cumhuriyet




“Bir musibet bin nasihatten iyidir” sözünün doğruluğu şu son MİT meselesinden sonra yandaş basının da memleketteki hukuksuzluktan söz etmeye başlamasıyla bir kez daha
kanıtlanmış oldu...
Haldun Ertem

Yazarın Diğer Yazıları