AKP-MEDYA SAVAŞLARI

BASINDAN SEÇMELER



İktidar yanlısı Yeni Şafak’ın yazarlarından çok ağır eleştiriler

Başbakanın basına yönelik zorlamaları hak çizgisinin adım adım ötesine geçmeye başladı.

AK Parti ve Başbakan Tayyip Erdoğan 2008, hatta 2009’da en keskin ve sert mücadelelerden birisini merkez medyaya karşı verdi.
Ve o medyaya çıkışarak yol aldı. Ana muhalefet partisi kadar o medyaya vurdu, o medyanın tahkir politikalarını hatırlattı, darbeci tutumuna işaret etti, patronlarına yüklendi.
O günler merkez medyanın aşağılanmayı ve toplum mühendisliğini temsil ettiği, “siyasi şeytan” gibi görüldüğü günlerdi.
Başbakan’ın kazanması mukadderdi, kazandı.

***

Bu dönem, AK Parti medya ilişkilerinin, siyasi iktidar-merkez medya daha doğrusu savaşlarının birinci safhasıdır.
İkinci sahfa siyasi iktidarın medyaya el atması, medya alanına girmesi dönemidir.
Ve bu giriş siyasi iktidarın gücünden bağımsız yaşanmamıştır.
Toplumsal meşruiyet, siyasi güç yanında, yasal imkanlar, kullanılan yetkiler, vergi cezaları, özelleştirmeler, hızla merkez medyada kendisine biata hazır yeni patron profilleri üretti.
Bir süre sonra merkez medyanın kimi parçaları siyasi iktidara yakın durmaya başladı, yeni gazete ve televizyonlar iktidara yakın konum aldılar. Hürriyet gibi amiral gemileri yayın politikalarını dengelemeye, değiştirmeye yüz tuttular. Ve bu dönemde pekçok sert muhalif yazar kendisine yer bulamaz oldu.
İlk dönemde haklı bir zeminden, mağduriyetten hareket eden siyasi iktidar, ikinci döneminde hakim bir konuma yükseldi ve hak çizgisinin adım adım ötesine geçmeye başladı.

***

Ve üçüncü dönem...
Şimdilerde, AK Parti, ilk dönemde yaptığı gibi merkez medya üzerinden bir “öteki” yaratıyor ve siyaseten böyle yol almaya çalışıyor.
Ama arada büyük bir fark var:
Siyasi iktidar, dün, medyaya yüklenirken hedefi kendisini imhaya yönelen aktörleşmiş basın anlayışı, patronları, yönetimleriydi. Bugün bunların yerinde yeller estiği oranda, yüklenme bu kez doğrudan doğruya basın özgürlüğüne, ilkelere, eleştirel duruşa karşı oluyor.

***

Başbakan artık gazetelere değil, tek tek gazetecilere, köşe yazarlarına yükleniyor. Sadece yapılmamasını istediklerine işaret etmiyor, yapılması gerekenleri de tarif ediyor, hayal ettiği basını zorluyor.
Nitekim bir başbakanın köşe yazarlarını kamuoyu önünde patronuna şikayet etmesi, niye yazıyor bunlar bu gazetelerde demesi, yandaş ya da muhalifi yazarı da gazeteciyi de, basın patronunu da açık baskı altına alan sonuçlar verir ve veriyor.
Basının ilk işi eleştiridir.
Eleştiri haksız, aşırı, sert olabilir.
Demokrasiler bunun üzerine oturan ve bunu koruyan rejimlerdir.
Demokrasilerde “doğru”lar böyle tespit edilir.
Demokrasilerde ifade özgürlüğünün temeli basın özgürlüğüdür.
Uludere ve Afyon olayları ile bunların sorumluları eğri ya da doğru tartışılmayacaksa, haklı ya da haksız eleştirilmeyecekse, eleştiri yapanlar kim olurlarsa olsunlar, niyetleri ne olursa olsun susmaya davet edilecekse, demokrasinin işi zor demektir.
Kimse masum değil.
Siyasetçi de hiç değil...
Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak

+++

Adaletin, merhametin,
ahlakın önüne geçen iktidar çürütücü
doza ulaşmış demektir

“Kendilerini hesaba çekmeyenlerin hesaba çekildiklerinde
sınavı kaybetmeleri çok muhtemeldir.”


“Sessiz yığınların sözcülüğü” gibi idealize edilmiş bir iktidar mücadelesinden sonra muktedir olma -iktidar, ilke, güç ve ahlak ilişkisi anlamında- sınavının neresindeler?
Bu soru henüz sorulmadı. Çünkü tek başına belli bir aidiyete sahip olmakla iktidarın hak edildiği, meşruiyetin sağlandığı inancı hakim. Tam da bu noktada iktidar taliplilerinin iktidar olmakla ilkeler arasında tercih yapmalarını gerektiren acıtıcı muhasebenin zamanı çoktan geldi. Belki de geç kalındı... Sadece siyasi iktidarda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da önemli miktarda güç değişimi yaşanıyor ülkede. Bu güç değişiminin aktörleri; bir şeyleri temel metinler ışığında mı değiştirdiklerine, yoksa iktidarın dönüştürücü etkisiyle değişip değişmediklerine, çürümenin her geçen gün yeni uzuvlara yayılıp yayılmadığına bakmak durumundalar.
İktidarda sırf kendileri oldukları için kalmak düşüncesi; adaletin, merhametin, ahlakın önüne geçiyorsa iktidar gerçekten çürütücü doza ulaşmış demektir.
Ahlakı ve iktidarı en geniş anlamıyla düşünerek bir muhasebe yapıldığında temel ilkeler adına katlanılan bir misyon mu olduğu yoksa iktidar uğruna temel metinlerden vazgeçişin öyküsü mü olduğu sorusuna cevap verilmelidir? Sözgelimi sorumluluğu sadece iktidar erkine terk etmekle kalmayıp, artık bir güç olan kültür iktidarında, medya ortamında daha ilkeli davranmak zorunda değil miyiz? Siyasete indirgenmiş bir medya dili, ahlak ve ilkesel kriterlerden çok güç ilişkilerinin öne çıkarıldığı bir medya düzeni, evlerimize kadar nüfuz eden çürüyüşün habercisi değil midir? Modern iktidar ve onun ideolojik aygıtları nedeniyle tarihin en güçlü dönemini yaşıyoruz. Bunun bozucu etkisine karşı hem otokritik yapılmalı hem de bağımsız alanlar oluşturulmalıdır.
Bu açıdan yaşadığımız süreçte, İslamcılık, Müslümanlık, muhafazakarlık tartışmasından azade olarak politik ve sosyal, ekonomik ve kültürel alanda iktidar erkini elinde tutanlara sormamız gereken soru budur. Bu soruya olumlu cevap vermenin de çok zor olduğu ortada. Medya düzeninden iktidar oyunlarına, uluslararası stratejik hesaplardan basit kardeşlik ve dayanışma ilkesine değin hayatı kuşatan her alan için çetele tutmalı zamanı geçmeden... Kendilerini hesaba çekmeyenlerin hesaba çekildiklerinde sınavı kaybetmeleri çok muhtemeldir.
Akif Emre / Yeni Şafak

+++

Ah şu boğaza
karşı içenler!

Başbakan’ın geçen gün konuşmasını dinledim, muhalif yazarları şöyle tarif etti: “Alkollü içkilerini içip, çerezlerini yiyerek Boğaz’a karşı yazılarını yazıyorlar.”
Biraz, dans eden kadınların kocalarına “deyyus” diyen kasaba müftüsünün ayarında bir konuşma olmuş ama ne yapalım, Afyon Valisi, Genelkurmay Başkanı, Başbakan, “deyyuscu” müftü sanırım Türkiye’nin “yeni yüzünü” oluşturuyorlar.
Eh, durum buysa bu.
Ben Başbakan’ın “muhalif yazar” tarifini okuyunca aklıma bu örneğe uyan üç kişi geldi.
Fatih Sultan Memet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman.
Üçü de Boğaz’a karşı “alkollü içkilerini içip, çerezlerini yiyerek” şiir yazarlardı.
İkisi halifeydi.
Unutulmaz mısralar bıraktılar bize.
Bir de meyhanelere övgüler düzen Şeyhülislam Yahya var ama o “alkollü içkisini içip, çerezlerini yiyerek Boğaz’a karşı” mı yazıyordu, onu bilmiyorum.
Ahmet Altan / Taraf

+++

Sayın Başbakan, lütfen şu artık hiçbir anlamı olmayan “Boğaz’a karşı keyif çatarken, çerezlerini, alkollü içkilerini yudumlarken” edebiyatını bırakınız. Kimdir bu gazeteciler, kimler Boğaz’daki villalarda oturup içkilerini yudumlarken sizi yıkmak istiyor, bunu da bilmek hakkımız. Benim bildiğim evinden Boğaz’ı gören Fehmi Koru var, Mehmet Barlas var, Mehmet Ali Birand var. Sizi bu isimler mi çok eleştiriyor?
Can Ataklı / Vatan

+++

Evren’leşme
Kenan Evren’in 30 yıl önceki demeçlerini Tayyip Erdoğan’ın bugünkü açıklamalarıyla karşılaştırınca Başbakan’ın sadece otoriter yönetim anlamında değil, fikriyat olarak da “Evren’leştiğini” fark ettim.
Bakalım siz ne düşüneceksiniz:
***
EVREN (14 Ekim 1980-Diyarbakır):
“Biz hepimiz fakir ailelerin çocukları olarak geldik. Fakirliğin ne demek olduğunu çok iyi
biliriz.”
ERDOĞAN (3 Haziran 2012-Şanlıurfa):
“Fakirliğin nasıl bir dert olduğunu biz çok iyi
biliriz.”
***
EVREN (1 Mayıs 1981 İsveç TV’sine demeç):
“Yeni anayasanın ne değişiklik getireceğine Meclis karar verir. Millet ne isterse o olur.”
ERDOĞAN (8 Mayıs 2012-Basına demeç):
“ ‘Başkanlık mı, yarı başkanlık mı’ kararını halkımız verir.”
***
EVREN (Financial Times’ın “Cumhurbaşkanlığına aday olacak mısınız?” sorusuna cevaben
18 Nisan 1981):
“Bir şey demek için çok erken. Ama millet isterse düşünürüm.”
ERDOĞAN (CNN’nin “Cumhurbaşkanlığına aday olacak mısınız?” sorusuna cevaben
7 Eylül 2012):
“ “Daha 2 yıl var. Ne gelir ne gider bilemeyiz. Adaylık ihtimalim olabilir.”
***
EVREN (19 Kasım 1980-Çorlu):
“Bizimle hükümetin arasının açık olduğunu söylerler. Külliyen yalandır.”
ERDOĞAN (6 Ağustos 2012):
“(Gül’le) bizim aramızdaki hukuku bozmaya kimsenin yetkisi ve haddi yoktur.”
***
EVREN (İşkence sorusuna cevaben
18 Nisan 1981):
“Güvenlik kuvvetlerinin de zaman zaman tepesi atabilir.”
ERDOĞAN (İşkenceci Sedat Ay’ı neden görevden almadığı sorusuna cevaben-6 Ağustos 2012):
“Kusura bakmasınlar polisimizi yedirtmeyiz.”
***
EVREN (30 Nisan 1981-Erzincan):
“Bir kişi eline silah alacak, 8-10 kişiyi boğazlayacak ben onu idam etmeyeceğim, öyle mi? Asmayalım da besleyelim mi? İdam bizim dinimizde vardır. “
ERDOĞAN (10 Haziran 2011):
“Öcalan yakalandığında biz hükümette olsaydık asardık.”
***
EVREN (30 Ağustos 1981-Bayram mesajı):
“Anarşistler, akıttıkları kardeş kanında boğulup gitmeye başlamışlardır.”
ERDOĞAN (20 Haziran 2010-Kınama mesajı):
“Bu hain saldırıları gerçekleştirenler, akıttıkları kanda boğulacaklardır.”
***
EVREN (14 Ekim 1980-Diyarbakır):
“Bugün bazı genç bayanlarımızın, ’modadır’diye ayakkabı yerine çizme giymelerini ben tasvip etmem. Çünkü her çizmeden üç ayakkabı çıkar.”
ERDOĞAN (10 Ağustos 2011):
“İsraf değil, verim ekonomisinden yana olacağız. Arabayı değil, evi tercih et. Ama lüks evi ilave etme. Oturduğun yerde oturmaya devam et.”
***
EVREN (15 Ocak 1981-Konya):
“Televizyon yayınında kısıtlamaya gittik, ’Efendim yapılır mı?’Canım bırak, eğlencenden yarım saat fedakârlık yap, ne olur yani? Zevk, sefa devrinde miyiz?”
ERDOĞAN (14 Ocak 2011-25 Temmuz 2012):
“Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar.”
***
Ne dersiniz?
Sizce 12 Eylül bitti mi, sürüyor mu?
Yargılanıyor mu, tekrarlanıyor mu?
Evrenselleşiyor muyuz; Evren’leşiyor muyuz?
Can Dündar / Milliyet

+++

Yersen rafta dolma var
Taha Akyol, Hürriyet’teki “Objektif” köşesinde, “AKP ve CHP” başlıklı bir yazı yayımladı.
Yazının ilk cümlesi şöyle: “Sayın Başbakan’a önce şunu belirteyim, AKP diye yazmamda bir kasıt yoktur. Yazımın başlığı tek satır olsun diye öyle yazdım.
Cümleye eleştiriler yoğunlaşınca; 7 Eylül’de, Akyol açıklama yapmak zorunda kaldı: “...Başbakan, AKP denilmesini düşmanlık sayıyor! Ben onun bu sert tavrını, ‘Başlığın tek satır olması için AKP yazdım’ diyerek hicvettiğimde, bazı keskin muhalifler, Başbakan’dan korktuğum için falan böyle yazdığımı zannettiler, çünkü önyargıları böyle...” dedi.
Bu örnek medya tarihine yalakalığa somut örnek diye mi geçer? Ya da patronun “RTE’nin hışmını bir kez daha üzerime çekmeyin” anlayışından mı kaynaklanmaktadır? Nasıl yorumlarsınız bilemem.
Ama Akyol’un açıklamasından anladık ki; AK Parti yerine AKP diyerek meğer Başbakan’ı hicvediyormuş!
Hicvin böylesi de yersen rafta dolma var deyişini anımsatıyor!
Cüneyt Arcayürek / Cumhuriyet


+++


Uluslararası konjonktürün “öngörülebilir” bir Cumhurbaşkanı’nı “öngörülemeyen” (ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen) bir Cumhurbaşkanı’na tercih edilebilme ihtimali dikkatleri Gül’ün üzerine çekerken, üstüne üstlük Cemaat’in de Gül’den yana ağırlık koyma olasılığı Erdoğan’da ne sinir bırakıyor, ne de terbiye!
Cüneyt Ülsever / Yurt

+++

KISA... KISA...
Sayın, Orgeneral Necdet Özel
Genelkurmay Başkanı,
Hadi hediyeye, valiye ayıp olmasın diye tepki göstermediniz, peki TSK’nin aracına PKK bayrağı çekilmesine neden tepki göstermiyorsunuz?
Ali Sirmen / Cumhuriyet

***

Putlaştırılmış birilerinin reklamını yapmak için bir tür ’film seti’ne dönüştürülmüş camilerden Allah rızası beklemek bir aldanıştan ibaret olmasaydı, yüz bin küsur caminin boy attığı Türkiye, dünyanın refah ve ahlak cenneti olurdu.
Yaşar Nuri Öztürk / Yurt

***

Gözümde İslami bir bisikleti canlandırmaya çabalıyorum. Pedala bastıkça sevap kazanacağımız, selesine otururken secde edebileceğimiz ve çın çın diye ziline bastığımız zaman bir tespihin taneleri gibi Allah’ın adlarını anacağımız bir alet geliyor aklıma. İşi gücü bırakıp böylesine güncel bir meseleyi tartışanlara Allah akıl fikir versin diyeceğim ama YÖK onlara çoktan profesörlük nasip etmiş bile. Bilim sağ olsun!
Cüneyt Özdemir / Radikal

Yazarın Diğer Yazıları