Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Mevlüt Uluğtekin YILMAZ
Mevlüt Uluğtekin YILMAZ

Akıl uyursa...

Müspet bilim yokluğundan söz ettiğim yazım üzerine takdir dolu pek çok elektronik posta aldım. Ancak bir okuyucumun gönderdiği “Bu ancak küfrün avukatlığıdır” başlıklı yazıyı olumsuz eleştiri olarak kabul ediyor ve konuyu biraz daha açıyorum.
Türkler bilim zihniyetinden tümüyle uzakta mıydı? Böyle bir sorunun yanıtı “hayır” olmalıdır. Hıristiyan coğrafyası, yani “Batı”, ancak 16. yüzyılda müspet bilimlerle buluşurken, “Doğu”, çok daha öncesi yüzyıllarda müspet bilim insanlarını barındırıyordu. Türklerden söz edelim: Farabî’yi, İbn-i Sina’yı unutabilir miyiz? 11. yüzyılın büyük bilim insanı Birunî (Beyrunî) için Bilim Tarihçisi Sarton, “Birunî her çağın bilim adamıdır” diyor. Bir devlet başkanı olan astronom Uluğ Bey ve yine onun öğrencisi Ali Kuşçu ve diğerleri, İslâm coğrafyasında rahatça müspet bilim çalışmaları yapabilmişlerdir.
Sonra ne oldu?
Sonrası felâket! Özellikle Osmanlı dönemi bu konuda hiç de iç açıcı değildir. İslâm’ın bir ‘akıl dini’ olduğu gerçeği çoğu zaman unutulmuştur. Aklı uyuyanların da felâketle karşılaşması çok doğaldır. Ne acıdır ki, çağının bir numaralı rasathanesi, köle-devşirme çocuğu bir Şeyhülislâm’ın “Gökleri incelemek uğursuzluk getirir” safsatasıyla topa tutturularak yıktırılmıştır! Yine 1716’da Petervaradin Meydan Savaşı’nda, aklını yanındaki sözde din adamına teslim eden Damat-Şehit Ali Paşa’nın hücum saatini, yıldızların hareketlerine göre ayarlamak istemesi sonucu, ağır bir yenilgi tatmışızdır. Bu savaşta Ali Paşa ve tüm ordu komutanları dahil tam beş bin şehit verdik. Bitmedi: Şehit Sadrazam Ali Paşa’nın kitapları vakfedilirken devrin şeyhülislâmı matematik, tarih ve coğrafya kitaplarını ‘dine aykırıdır’ diye vakfa aldırmaması olayı, Osmanlı’nın 18. yüzyıl zihniyetini bizlere anlatmaktadır. Yine bitmedi: 19. yüzyılın ilk yarısında Nizip’te de aynı felâketi yaşadık. Ordu komutanı Hafız Paşa, yanındaki sözde din adamlarının “Cuma günü savaşmak caiz değildir” demesine kanarak, çapulcu Mısır ordusuna yenildi. Bu konuda pek çok örnek vermek
mümkündür.
Niçin oldu bunlar?
Devlet yetkililerinin ‘akıllarını’devre dışı bırakmaları sonucu tattık bu büyük felâketleri. Bizim “yitik malımız” olan bilim, 16, 17 ve 18. yüzyıllarda Batı Avrupa’da öyle bir yeşerdi ki; tüm dünyayı kuşattı! Günümüzde onların ‘akıl’ile yarattıkları ileri teknoloji ürünü harikaları almak için kapılarında bekliyoruz...
Burada, sorgulanması gereken şudur: Niçin bu milletin yüzyılları heba edilmiştir? Medreselere hangi zihniyet egemen olmuştur? Ve o zihniyet, hangi korkularla, özgünlükten kaçınıp, tekrarlarla, şerhlerle, nakillerle uğraşıp durmuştur; ‘ilim’ diye ne öğretilmiştir? Öğretilenler, Osmanlı (Türk) insanına yarar mı, zarar mı getirmiştir? 16 ve 17. yüzyılda Avrupa’da Padua Üniversitesi, hem de Papalığın burnu dibinde, ışık saçma becerisi gösterirken, niçin bir benzeri, o yıllarda topraklarımızda kurulamamıştır? Hangi zihniyet buna engel olmuştur?
Bu sorulara sağlıklı yanıtlar verilemediği sürece, Atatürk Devrimi’ni anlamak; dolayısıyla, Cumhuriyet’in temel felsefesini kavramak mümkün olamayacağı gibi; günümüzün ‘tarikat köleliği’ni de doğru değerlendirmek mümkün değildir. Yine bu sorulara “Aman, tarihimizin açıklarını vermeyelim!” gibi sakat anlayışla bakılırsa; veya, olaylar çağına göre değerlendirilmez ise, tarihin ‘tekerrür’ünü önlemek zorlaşır.

Yazarın Diğer Yazıları