Ah bir de kendinizi kaybedebilseniz!..

Böyle olur benim siyasetçimin “anneler günü” hediyesi...
Milyonlarca kişinin karşısında, büyük bölümü de muhtemelen kadın-kız / anne-anne adayı olan o insanların gözlerinin içine baka baka, gururla, “yumruklaştığı iddia edilen siyasetçi”nin “validesine ve ailesine hürmetlerini sunuşunu” anlatır:
“Kendisiyle karşılaşınca başta kendisine olmak üzere validesi ve ailesine hürmetlerimi sundum. Daha sonra ayrıldım, İstanbul uçağına bindim. Kendisinin ayağı kayıp düşmüş herhalde. Kaşını patlatmış diyorlar, bilemiyorum. Olabilir, geçmiş olsun diliyorum.”

***


AKP’nin eski bakanlarından Kürşat Tüzmen, televizyonda ciddiyetten uzak, bana laubali gelen bir üslupla aynen böyle anlattı CHP’li Aydın Ayaydın ile aralarında geçenleri...
Biz “acaba yanlış mı duyuyoruz” diye ağzımız açık, bakakılmışken, utanmasını, sıkılmasını, yüzünün kıpkırmızı olmasını, nasıl özür dileyeceğini bilemediği için kıvrım kıvrım kıvranmasını, pişmanlık belirtileri göstermesini beklerken, karşısındakinin “validesini” hedef alarak yaptığı kabul edilemez hareketi “gururla tekrarlayabileceği”ni ilan etti:
“Karşıma çıkarsa, kendisini Türk toplumuna kazandırmak için yine aynı şekilde çok değerli hareketler yapacağım.”
Aman kazandırmayın...
Hatta mümkünse siz “Türk toplumu”nun gözünün önünden kaybolun...




Ee sen kal o zaman...

Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Nagehan Alçı Silivri’deki koşulların hiç de şikayet edildiği gibi olmadığını yazdı: “Silivri’deki hastaneyle ilgili söyleyebileceğim tek şey bu hastanenin gayet donanımlı olduğu...
Yemeklerde bir sıkıntı yok. Hatta çorba son derece lezzetli. Hijyen ve kalite açısından şikayet doğru değil.”
Cezaevinde isteyene okuma- yazma öğretiliyor, isteyen ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar diploma alabiliyor. Bir de psikolojik destek, öfke kontrol kursları ve el sanatları gibi aktiviteler de var. Mahkumlar istedikleri kitapları dilekçe vererek alabiliyorlarmış.”
Madem beğendin o kadar sen kal o zaman!




Kut-la-ma

12 yaşında çocuk bıçaklandı...
Binlerce insan biber gazına maruz kaldı... Polis otoları tepetaklak edildi; benzinlik önünde ateşe verildi...
Statta kırılmayan koltuk -zannederim- kalmadı... Şampiyonluk maçıydı; şampiyon -federasyona kalsa- kupayı alamayacaktı...
Kupa yeşil sahayı değil, gaza boğulan soyunma odası koridorlarını turladı...
Taraftar güvenlik görevlilerini kovaladı...
Emniyet güçleri ateş açtı... Polis helikopterleri Kadıköy semalarındaydı...
Ne bu?
Kutlama!
Kutla-ma bence de, böyle kutlayacaksan kut-la-ma!
(Herhalde en trajikomiği, günlerdir “kanlı mı olacak-kansız mı” tartışması yapan medya mensuplarının, şaşkınlıktan dilleri tutulmuş taklidi yapmasıydı!)



BASINDAN SEÇMELER


Müfettiş Nagehan teftişte...

Adalet Bakanı Sadullah Ergin bazı köşe yazarlarına Silivri Cezaevi’ni gezdirmiş...
Bazılarının neden oraya götürüldüğünü anlamak gerçekten zor...
Örneğin; Nagehan Alçı, Emre Aköz ve Ergun Babahan!
Bu isimleri listede görünce aklıma ilk gelen, ” Bakan Bey dalga mı geçiyor? “ sorusu oldu.
Neden mi?
Nedeni belli: Silivri’de hangi gazeteciler var?
Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hikmet Çiçek, Deniz Yıldırım, Turan Özlü ve Müyesser Yıldız...
Bu üç arkadaş bugüne kadar bunların her biri hakkında aşağılayıcı onlarca yazı kaleme aldı!

***


Önce bu “sürpriz ziyaret”in gerekçesini anlatalım:
Adalet Bakanlığı, bir süre önce Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel’e altı kişilik bir gazeteci grubunu Silivri’deki gazetecileri ziyarete götürmek için izin vermek zorunda kalmış.
Can Ataklı, bu ziyarette yaşananları ve izlenimlerini üç gün boyunca sütununda anlattı. Nelere tanıklık etmediler ki?
Tek kişilik hücreler ıslak ve buz gibi...
Tuncay Özkan bir sabah uyandığında ayağa kalkınca neredeyse bileklerine kadar kanalizasyon suyuna batmış. Meğer klozetin içinde harç unutulmuş ve o da gideri tıkamış, gece taşmış.
Hücreler o kadar ıslakmış ki, her taraf yosun bağlamış.
Tutuklular ceplerinden para vererek sıva ve boya yaptırıyormuş.
Bir ara çay artığından toprak yapıp çiçek yetiştirmişler ama Tuncay bunu kitabında yazınca çay artığını biriktirmek de yasaklanmış.
Aşırı rutubet yüzünden neredeyse bütün tutuklular hastaymış.
Bazı tutukluların koridorlarda bile karşılaşmamaları için özel önlem alınıyormuş.
İçeride yazmalarını önlemek için daktilo bile verilmiyormuş.
Haftada 10 saat birlikte olma hakları kullandırılmıyormuş.
Spor yapma hakları kısıtlanıyormuş.

***


İşte; Silivri’ye ilk giden gruptaki arkadaşlarımız bu izlenimlerini yazınca Adalet Bakanı acilen ikinci bir “ekip” oluşturmuş.
Amaç, “cezaevinin fiziki şartlarını ve sağlık ünitelerini yerinde incelemek” olarak duyurulmuş...
İyi de “içeridekilerin fiziki şartları”, Ergun’un, Emre’nin, Nagehan’ın ne kadar umurunda olabilir ki?
Zaten “içerideki gazetecilere” göre, bunların hepsi “savcı...”
Hatta savcıdan da beter!
Çünkü savcılar hiç değilse infaz etmiyor; oysa dün ziyarete gidenlerin çoğunun tek yaptıkları “yargısız infaz...”
İnternetten araştırın, bu gazeteciler tutuklandığında neler yazıp söylemediler ki...
“Darbeci” de dediler, “postal yalayıcısı” da...
Haklarındaki bir takım “sözde belgeleri” ve iddiaları, yayın yasağı falan dinlemeyip köşelerine, programlarına taşıdılar.
Meslektaşlarımızın onurlarıyla oynadılar.
Çamur attılar, iz bırakmaya çalıştılar.
Özel hayatlarını deşifre ettiler.
Şimdi utanmadan kalkmışlar, onların tutuklu bulundukları ortamı “denetlemeye” gidiyorlar!
Eminim içlerinden, “Çok iyi koşullarda kalıyorlar, bunları bacaklarından asmalı” diyen zalimler bile çıkmıştır.

***


Yanarım yanarım da bu ülkede gazeteciliğin Nagehan’a, Emre’ye, Ergun’a kalmasına yanarım!

***


Sayın Adalet Bakanı:
Dün yaptığınız bir tür “psikolojik işkence”dir ve yasalarımıza göre suçtur.
Bilmem farkında mısınız?
Mustafa Mutlu / Vatan




Yüzleri kızarmasın
diye görüşmemişler

Maalesef Silivri’de ünlü Balyoz ya da Ergenekon sanıklarının kaldığı 1. ve 2. bölümler değil 6. bölümü ziyaret ediyoruz.
(Belki de ”Maalesef“ değil de ”İyi ki“ demeliyim; orada adalet bekleyen onlarca hükümlüyü, meslektaşlarımızdan Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve diğerlerini görsek ne diyecektik? Onlar yıllardır tutukluyken biz normal yaşamlarımızı sürdürüyor, İstanbul’un tadını çıkarıyor, gazetecilik yapıyor olduğumuz için belki hafif kızaracak, yüzlerine bakamadan alelacele ellerini sıkıp uzaklaşacaktık.)
(...)
Ben kendi adıma o soğuk koridorlarda, üzerime beton dökülmüş gibi klostrofobi hissettim. Ne kadar modern olursa olsun, zindan zindandır.
Aslı Aydıntaşbaş / Milliyet




Adalet’in Silivri’si
her şeyi anlatıyor

Adalet Bakanlığı, Silivri gezisi düzenledi:
Önce davet edilmeyen gazeteler:
Sözcü, Aydınlık, Yeniçağ, Yurt, Evrensel, Birgün, Ortadoğu.
Davet edilen gazeteciler:
Milliyet: Aslı Aydıntaşbaş,
Hürriyet: Ahmet Hakan,
Cumhuriyet: Utku Çakırözer,
Radikal: Oral Çalışlar,
Star: Ergun Babahan,
Vatan: Ruşen Çakır,
Türkiye: Rahim Er,
Sabah: Emre Aköz,
Akşam: Nagehan Alçı,
Taraf: Tuncer Köseoğlu,
Zaman: Bülent Korucu
Yandaş gazeteciler görüldüğü gibi çoğunlukta...
Taraf’ta Tuncer Köseoğlu yazıyor:
“Sağ yanda banyo ve tuvalet var, solda çelik bir dolap, bir masa ve tek kişilik bir yatak. İşte birkaç dakikadan fazla kalamadığım bu odada Mustafa Balbay 1164 gündür kalıyor...”
Bu birkaç satır her şeyi anlatıyor...
Melih Aşık / Milliyet




Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, ”Parlamenter sistem her türlü sahtekârlığa izin veriyor“ demiş.
Ne yani, veriyor diye o izni kullanmak zorunda mısınız?
Fahrettin Fidan / Milliyet (Açık Pencere)




Ne zaman kendimizi toplayıp biraz saygılı (kendine saygı bile yeter) olmayı, öfkemizi frenlemeyi, hiç değilse ülkemizin adına leke sürmemek için dikkat etmeyi, kazanmak kadar kaybetmeyi de kabullenmeyi öğreneceğiz acaba?
Ruhat Mengi / Vatan




Genelkurmay’ın muhtırası
Başbuğ’u da kapsıyor mu

Bekir’i Başbakan’ın kovalamasına alışıktık. Hürriyet’ten kovdurdu, yetmedi bu ülkeden git dedi.. Habertürk de Bekir’e bir yıl dayanabildi.. Ve sonunda Bekir kimsenin kovamayacağı “köy”e geldi... Burada da ona rahat yok!.. Bekir zaten “rahatsız” biri.
(...)
Basın ve kişi olarak Bekir, zaten iktidarın mengenesine sıkıştırılmış olduğu için, Genelkurmay’ın “muhtıra”sı Başbakan ve çevresinin medya üzerindeki baskılarını katmerleştirdi!
Sanki, Genelkurmay bilinçli olarak medyaya saldırması için iktidara pas attı.
(...)
Bu noktada, Genelkurmay neden böyle bir muhtıraya kalkıştı, merak edelim şimdi:
a) Orduya karşı dalga dalga saldırılardan “geride kalan”ları korumanın tek yolu olarak, Erdoğan’a tam uyumu görmüş olabilirler;
b) “Muhaliflerden şikâyet” ederek bu sadakatlerini anımsatıyor, muhalefetin kendilerine sataşmasını istiyor ve böylece “loyalitesini” gündemde tutmak istiyor olabilir! Bu yazıyla onlara yardımcı oluyorum!
c) İlker Başbuğ, gazetemizde yayımlanan mektubunda, bugünkü Genelkurmay’ın kendisinin ve ordunun teröristlikte suçlanmasına sessiz kalmasını eleştirmişti..
Acaba diyorum, bu “muhtıra” Başbuğ’u da kapsıyor mu?!
Orhan Bursalı / Cumhuriyet

Yazarın Diğer Yazıları