Adamı hasta etmeyin!
Yakın dostları, Bekir Coşkun’un, iktidar baskısı dolayısıyla referanduma kadar “zorunlu hastalık izni”ne çıkarılmasına sert tepki gösterdi: Satılık kalemleri kiralayanlar, kalemini satın alamadıklarını “hasta” ediyor
Bekir Coşkun, benim arkadaşımdır. Günaydın Gazetesi vardı, çok satardı. Birlikte çalıştık; ben gazetenin Ekonomi Servisi Şefi, Bekir de Ankara Büro Şefi’ydi.
Bekir’i iyi tanırım. Numaradan, düzenden, oyundan “hasta oldum” taklidi yapmaz.
Düzgün adamdır.
Yalandan yazı da yazmaz.
Hileden başlık atmaz.
Göze girmek için çanak yalamaz.
Dümenden idealistlik taslamaz.
İktidarın eteğini öpmez.
Kalemine saygısı yüksektir.
Bekir’e çalıştığı gazetenin Genel Yayın Müdürü, “Sen 3 gün hasta olmuşsun gibi dümen yap. 3 gün yazı yazma, referandum bitsin, gelip yine yazmaya başlarsın” demiş.
Benim tanıdığım Bekir, akşam eve gidip köpeğinin başını okşadıktan sonra karısına; “Ben dümenden hasta oldum...
Sen de şimdi bana dümenden şehriyeli hasta çorbası pişir, numaradan nane-limon kaynat... Ben çorbayı ve nane limonu dümenden hüüppppp... hüüüppp içeyim...
Sen, ben ve Yayın Müdürü Fatih bir olup gazete okurlarını aldatalım...” diyecek adam değil.
Bekir, çelişki bulur.
Çelişkiyi ironiyle harmanlar.
Yazıya mizahla halay çektirir.
Yazar gibi yazardır.
* * *
Görüyorsunuz, iktidar partisinin basın patronlarına baskısı sonunda; yazar gibi yazarları da “dümenden hasta olmaya” zorluyorlar. Gözleri döndü.
Kendinden olmayana “darbeci” yaftası yapıştırıyor; “bertaraf ederim seni yok ederim” diye korkutuyor, satılık kalemleri kiralayıp benim gibi eleştiri yazan gazetecilere; “vatan haini... aklından soru var... ahlak zafiyeti içinde... vesayetçi... takıntılı...” çamuru sıvıyorlar.
Bekir’i de yalancılığa iteliyorlar.
Biz gazeteciler, bu tabloyu analiz etmeliyiz, Gazete patronlarının genel yayın yönetmenlerine; “yazarın yazısını sansürleme ve yazarlara dümenden hasta olma...” telkini yapma noktasına nasıl geldiklerini doğru izah etmeliyiz.
Basın bağımsız olmalı.
Tarafsız olmalı.
Sadece doğruları yazmalı.
* * *
Bunun için gazeteci, sadece gazetecilik yapmalı. Gazete patronu aynı zamanda banka sahibi, otel sahibi, maden ocağı sahibi, devlete elektrik satan santral sahibi, devletten elektirik dağıtım imtiyazını alan şirket sahibi... olmamalıdır.
Basının gücü gidiyor. Gücün basınına dönüşüyor.
Gücün basını turp gibi Bekir’i dümenden hasta olmaya iteliyor...
Bekir hasta olma! Yazar ol!
Seni aramıza bekliyoruz.
Kardeşin Necati!
* Necati Doğru / Sözcü
++++++
Ünlü bir yazar dostumuzun sütununda “Rahatsızlığı nedeniyle bugünkü yazısını yazamamıştır” ibaresi vardı. Sorup soruşturduk...
Söylentiye göre, hafta sonuna
kadar hastalanması salık verilmiş. Demokrasi ve özgürlüğün yaklaştığını buradan da anlayabilirsiniz!
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
Zeytinyağlılar...
Beni “bitiren” tavır da bu işte; Tayfun Talipoğlu’nun yaptığı... Sen onca zaman meslektaşlarını bir sahte hamama hedef gösterenlerin koltukları altında sus, otur... Sonra kalk bir de zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalış: “Beni TRT’ye geçti diye eleştirenlere bir çift sözüm var. Yiğit Bulut’un yaptığını hiçbir TRT’ci yapmadı. Haklarını yemeyelim. Ben hiçbir programımda yandaşlık yapmadım. Peki, onlar çalıştıkları kanallarda, gazetelerde neler yaptılar? Balbay’a sahip çıktılar mı? Bugüne kadar meslektaşım Mustafa Balbay’ın durumuna duyarsız kaldığım için özür dilerim.”
Yiğit Bulut nireeeee; Mustafa Balbay
nire? Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!
Hem sonra “onlar” kendilerini uçurumdan atsa, sen de mi atacaksın; medyada her koyunun kendi bacağından asıldığını en iyi bilenlerden değil misin sen?
Onu geçtim, sen aylarca bütün meslektaşların bas bas “TRT ayrımcılık yapıyor” diye bağırırken kulağını tıka, sonra kendi kuyruğuna basılınca, kendi canın yanınca “Beni sevenleri hayal kırıklığına uğrattım evet TRT iktidarın beğenmediğini yayımlatmıyor” de...
Zerre değeri var mı!
++++++
Amerikan gammazcısı
Serdar Turgut’un dünkü yazısı, yeni bir “ABD gammazcısı, işbirlikçisi, yardakçısı, kuklası, pazarlıkçısı, maşası...” gazeteci vakasını ortaya çıkarması bakımından hayli önemliydi. Turgut’un yazdığına göre “Amerikan yönetiminin, Başkan direktifiyle yaptığı önemli bir politika oluşturma toplantısına” Türkiye’den, “son dönemde hükümetle sorunlar yaşamış olan ve bu sorunları aşmak için grubunun en büyük gazetesindeki yayın yönetmenini yazar yapmak zorunda kalmış gruptan bir kadın gazeteci” katılmıştı.
Biz gazeteciler Türkiye’deki iktidardan memnun olmasak dahi, bir gazetecinin patronunun çıkarını korumak uğruna, ülkesinin yöneticilerini “satılığa” çıkarmasına “haktır” diyebilir miyiz? ABD’nin kendisini daha ziyadesiyle memnun edecek “yeni prensler” doğurtacak ebeliğe soyunduğu ve Türkiye’deki iktidarın “işine gelmeyen kanadını” kapsayan operasyonunda “asistanlık” yapmasına “alâ” diyebilir miyiz? Gazetecinin yazamadıklarını, söyleyemediklerini sinsice gidip elin Amerikalısı’na söyletmesi zavallığını onaylayabilir miyiz? Turgut’tan da, madem bu işi gündeme getirdi; onaylamamasını bekledik.. Ama o da ne? Ülkesinin Başbakanı’nı gammazlayan bir gazeteciyi, adeta Başbakan’a gammazlar hale düşmesin mi! Ne farkı kaldı; o da kendi göstermesi gereken tepkiyi, Erdoğan’a ihale etmiş olmadı mı şimdi? Verdiği haber rezalet, skandal... Ama Turgut’un “... derin amacı bu olan bir dizi toplantının en önemlisinde bir Türk gazetecinin bulunmasını Başbakan’ın nasıl yorumlayacağını ve nasıl reaksiyon verebileceğini düşünebiliyor musunuz?” satırları da ondan aşağı kalır mı sanki? Meslektaşının maskesini “gazetecilk ilkeleri”ni hatırlatarak düşürmesi gereken bir gazetecinin reaksiyonu dahi “Başbakan ne reaksiyon verecek?” türünden bir beklentiyse eğer; hiç merak etmeyin Başbakan o beklentiyi boşa çıkarmaz, bugün ona, yarın sana, sonra bana verir en rövanşistinden “reaksiyonu”nu?
++++++
Fırsatını bulsalar bir kaşık suda boğacaklar
Kendisine, devlet parasıyla alınmış Sabah Gazetesi’nde köşe verilen, ağzı bozuk, savunma olanağı bulunmayan insanlara küfretmekten zevk alan; her dönemde iktidar yalakalığı yapmış Engin Ardıç diye bir adam var. Hükümete; Anayasa Mahkemesi’nin kararını yok say diye sivil darbe çağrısında bulunan hukuk ahlakından uzak Osman Can’a yumurta atan gençlere “piç kuruları” diyor bu herif. Güya Adalet Ağaoğlu’nu savunuyor...
Eğer liberal görüntülü rezil bir faşist arıyorsanız onun yazılarına bakın... Güce tapan; güçsüze saldırmaktan zevk alan kendi deyişiyle rezil faşist...
* * *
“Vicdansız-ruh hastası-fosil”
Evet demeyenlere işte böyle küfretmiş o herif-i na-şerif.
Adı Cengiz Çandar.
Her devirde iktidarlarlara şakşakçılık yapan bu kişi için söylenecek sözü, aslında kendisi söylemiş:
-Vicdansız, Tayyip’e takık ruh hastası, fosil...
Türkiye bunların eline geçse, bizim gibi tarafsız ve dürüst insanları bir kaşık suda boğarlar.
Çünkü; ruhları despot, çünkü çocukluklarında sorun yaşamışlar ki şimdi bunları kusuyorlar.
(Not: Nakl-i küfür küfür değildir)
* Rıza Zelyut / Güneş
++++++
Hem “Amerikanca”, hem Obama’ya öykünerek, hem sözde A Milli Basketbol Takımına ABD’yi yenebileceklerini ima ederek ama aslında milletin ABD’nin arzuladığı dönüşümün onaylamasını arzulayarak; bu kadar “hık demiş matruşkanın burnundan düşmüş” manşeti atmak Taraf’a yakışırdı, yakışanı yapmışlar... Propaganda yasağını delmek için “Evet”i Türkçe değil de “Amerikanca!” yazmak gibi dahiyane! bir çözüm bulmuşlar... Eğilin bakayım; kafanıza kuş konmuş mu?
++++++
Referandumdan insan manzaraları...
“Evet”lisi mi olacak, “hayır”lısı mı henüz belli değildi yazarken...
Ama sandıktan ilk çıkan sonuç gün gibi meydanda dün sabahtan bu yana...
Kimin ne olduğunu gördük dün, kim kaç kalibrelik insanmış öğrendik...
“Hayır” oyu verecekler dimdik yürüyorlardı; omuzları geride, alınları yağan yağmura aldırış etmeden göğe dönmüş, göğüslerinde “onuruna sahip çıkan adam” kabarıklığı... Ve alabildiğine “naif”tiler, dingin, sakin ama bir o kadar emin kendinden... Huzurlu... Kimseye selam verme, hesap verme, tekmil verme lüzumu hissetmeden sessizce, kendi kendilerine yeterek gelip gelip gittiler...
Tam tersine huzursuzdu “Evet”çiler, girerken de çıkarken de “aranıp” durdular, hep birilerini beklediler, birilerini gözlediler; bağlı, bağımlı, tedirgin, ürkek... Kiminin öne düşmüştü başı, suçlu gibi kaçamaktı bakışları, kimi acele hırsızın ev sahibini bastırmasındaki bayağılıkla kurtarma derdinde paçasını...
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, referandumdan sadece iki gün önce İstanbulluları selamlaması geldi hatırıma: “Bugün burada olan veya olmayan, bizim partimize gönül vermiş veya vermemiş, hatta bana bir vesile ile öfkesi, nefreti veya kırgınlığı olmasına rağmen partimizin hassasiyetlerine millet adına sahip çıkan, destek olan ve “Hayır” kararımızın arkasında ısrarla ve kahramanca duranları selamlıyorum!“
Oyumu kullandıktan sonra aydınlık yüzüyle bana gülümserken yakaladığım sandık görevlisi de benzer bir cümle kurdu içinden zannımca;
”Kimsin, nesin, kimdensin bilmiyorum ama gözündeki umudu paylaşıyorum!..“
Uzun zaman sonra ilk kez dün sabah, egolarını, hırslarını, şahsi veya kurumsal çatışmalarını, kavgalarını ”milli“ saydıkları bir davanın ”gizli tanığı“ yapmayan, bu iktidar nezdinde ”sanık“ olmak pahasına ”doğru“ bildiğinden caymayan, hiçbir ayrılığı ”yolunu Türk bayrağında“ kesiştirmekten alıkoyacak kadar çatallı hale getirmeyen, bir yerden sonra fedakar, bir yerden sonra özverili, bir yerden sonra sağduyulu, bir yerden sonra elleri kenetlenmeye hazır insanların ülkesinde yaşadığımı hissettim yeniden... Kimbilir hangi tehditlerin arasına sıkıştırılsak da ”güvende“ hissettim kendimi; korkularımı yendim... Siz de yenin!
Tayyip Erdoğan için, bulgur için, nohut için, iş için, AKP’li dayısı için, kömür için, ihale için ”evet“ diyeceklerin niceliği ne olursa olsun...
Kılıçdaroğlu için değil, Bahçeli için değil, CHP yahut MHP için değil, birinden intikam almak yahut birine nispet yapmak için değil; yalnız ve ancak, kendisini ülkesinin geleceğini inşaa eden bir ”değer“ saydığı ve satılığa çıkarmadığı için ”hayır“ diyenlerin niteliğinin kıyas kabul etmez olduğunu gördüm...
Bugün değilse yarın;
O inançlı, kararlı, mücadelesini kimsenin eteğinin altına saklanma ihtiyacı duymadan ”kahramanca“ verebilen insanların omuzlarında, illa ”tam bağımsızlığına“ da uyanır bu Cumhuriyet! Başını eğmeyen insanların gözlerine bakın; onlar söylüyor!
++++++
MİNİ YORUM
Ay-yıldız haraç mezat...
Herşey şahaneydi ama bir de şu “AKP gölgesi” olmasaydı turnuvaya düşen...
Son bombayı Erdoğan patlatmış. Hidayet’e sözüm ona gaz olsun diye, “Bu başarının ödülü de olmalı.. 1.5 milyon lira veriyoruz ikinciliğe... Şampiyon olursanız yeni rakamı ben sana söyleyeceğim ve ayrıca bir de sürpriz yapacağım.. Tamam mı oğlum?” demiş... Bir Türk gencinin ay-yıldızlı formanın hakkını “rakamına göre” vermediğini, vermeyeceğini algılamakta güçlük çekiyor olmalı; nedense!