Acil larenjitler diliyorum!..

Aman ha, sakın ola dokuz ay boyunca, gün gün hamileliğini, doğum sonrası asgari üç yıl boyunca “görmemişin oğlu olmuş misali...” çocuğunun serpilişini yazan kadın yazar modeline bağladım sanmayın...
Evet larenjit oldum ama salya sümük ağlaşacak; hani grip olup sanki kanseri yenmiş gibi sütunlar dolusu “hastanın günlüğü” döktürecek derece kayda değer bir durum değil. Düşünsenize “şu benim menenjitli hallerim” de yazabilirdim... Öyle feci bir hastalığa kıyasla turp gibiyim maşallah, gücüm, kuvvetim, keyfim yerli yerinde; bir tek sesim çıkmıyor, -ki hastalığın
yazı konusu olmasına sebeptir aslında- hepsi bu!

***


Bir musibet bin nasihatten evladır diye özetlemek mümkün payıma çıkardığım kıssadan hisseyi...

***


Boğazıma bakıp uzunca bir “oooooouuuuuvvvv” yaptıktan sonra; “al
bunlar ilaçların ama asıl ilacın susmak” dedi doktor...Yalan yok bir kurt düştü içime:
“Doktor AKP işbirlikçisi olmasın
sakın!”
Ben bu kurgu üzerine muhtelif komplo teorileri tahayyüle başlamışken, devamı geldi:
“Bir hafta konuşma, yazarak anlaş!”
Nazım Hikmet misali “cezaevinden mektuplar” yazsam yeridir yani;
“Gülüm,
Bugün tecrit ettiler beni!..
Sessizlik en büyük mahpusluk...
Ve ben şimdi anlıyorum susmanın, susturulmanın ne fena bir şey olduğunu...”
(Zorlasam şair çıkar mı ne benden!)
Şaka değil aslında;
Ben şimdi, tecrübe ederek anlıyorum akıp giden hayatı uzaktan izlemenin, içine karışamamanın, müdahil olamamanın, çığlıklarını kimseye duyuramamanın dayanılmazlığını...
Beni sesimi zorlamaya tahrik etmesinler diye yanımda yöremde kimsecikler yok ya, dün en son kendi kendimle konuşmaya çalışırken yakaladım kendimi aynanın karşısında...
Bilgisayarımın ekranında okurken yarım bıraktığım habere takıldı gözüm; Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan tek kişilik hücrelere konuldu...
Ben üç gün sonra yine aşık atışması yapar gibi lafına laf yetiştiriyor olacağım muhakkak birilerinin...
Ya onlar; kim bilir kaç kere yakalayacaklar kendilerini duvarlarla sohbette...
Soner Yalçın, iki Barış’lar (Pehlivan ve Terkoğlu)...
Deniz Yıldırım, Ufuk Akkaya...
Gazeteci oldukları için onları yazıyorum; yoksa bütün diğer insanlar aylardır, yıllardır sesleri kısılmış vaziyette, tıpkı bugün benim yaptığım gibi kendini “ceza evleri” nden ona, buna, şuna yazdıklarıyla duyurmaya çalışan
onca insan...
Tam kürsülere çıkıp millete haykırmaya hazırlanırken gerçekleri tutsak edilen Engin Alan mesela...
Ben midemi bulandıran spreye zor katlanıyorum “ilacım” olduğunu bildiğim halde...
Ya onlar? Hiçbirimizin midesinin
kaldırmadığı bir dönüşüme tabi tutulan yargıyı nasıl “merhem” edecekler
yaralarına?

***


Velhasıl zor şey mahkum edilmek sessizliğe...
Katlanılmaz sessiz çığlıklar atmak
olduğun yerde...
Acizlik, çaresizlik kolay yüzleşilir
değil...
Bir musibet bin nasihatten evladır ya;
İşte sırf bu nedenle acil larenjitler diliyorum yandaş medyanın “şunu da sustur” diye ahkam kesenlerine de!

+++

M.Kemal Cengiz’in durumu iyiye gidiyor

“Mustafa Kemal Cengiz” ismi ayrıdır Trakyalılar için; adını tebessümle anar bu yörenin insanları... Çan’da iki dönem üst üste belediye başkanı seçilmesini sağlayan bu gönül bağının mazisi sağlamdır... “MHP Çanakkale Milletvekili Mustafa Kemal Cengiz, Sivrihisar yakınlarında geçirdiği trafik kazasında...” diye başlayan haberi duyduğumda, işte o maziden sebep, Ankara’dan önce Çanakkale’ye, Edirne’ye, Tekirdağ’a, Kırklareli’ne; oradaki sevenlerinin yüreğine düşen ateşi düşündüm ben önce...
Aydın dönüşü bir koca günü Ankara’da geçirmek, bir de üzerinize afiyet doktorlarla, hastanelerle haşır neşir olmak durumunda kalınca; hasta hastayı hastanede bulur hesabı, soluğu Cengiz’in yanında aldım bir anda...
Sair zamanda ziyaretçi kabul ediyor ama ben yanına gittiğimde; yeni bir operasyondan henüz çıkmıştı... Görmem mümkün olmadı. Ama sağlık durumu hakkındaki bütün detayları öğrendim Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki doktorlarından... Kaza geçirdiği gün, yani 23 Şubat’ta hastaneye getirildiğinde çok sayıda omurga ve kaburga kırığı, iki taraflı olarak göğüs boşluğunda kanama ve hava sıkışması, sağ köprücük kemiğinde, sağ dirseğinde ve sağ kalça başı yuvasında kırık tespit edilmiş Cengiz’in... Önce sağ dirseği alçıya alınmış ve sol göğüs boşluğuna bir tüp konulmuş.
Ziyaretimizin hemen öncesinde ise başta da dediğim gibi ikinci bir operasyon geçirmiş; leğen kemiğinden alınan kemik parçasıyla omurga onarımı yapılmış. Metal çubuklarla omurganın tespiti ve eklem sabitlemesi sonrası durumu iyiye gidiyormuş.
Hadi bu müjdeyi de bizden duyun;
Önceki güne kadar, anestezi, genel cerrahi, beyin cerrahi, ortopedi ve göğüs cerrahi kliniklerinin gözetiminde yoğun bakım ünitesinde tutulan Cengiz, nihayet servise çıkarılmış...

+++

Başkentin göbeğinde sağlık ocağı olmayan köy

Zamanla yarışıyoruz, ilk gördüğümüz sağlık ocağına girelim dedik. Esenboğa yolunda Balıkhisarı’ndan geçerken sorduk köylülere:
“Sağlık Ocağı nerede?” “Dalga mı geçiyorsunuz” der gibi baktılar yüzümüze; “Sağlık Ocağı kapalı. Doktor da hemşire de hak getire!..”
Hadi biz doktor da bulduk hastane de
kendimize...
Ya bulamayacak olanlar? Başkentin kıyısındaki bir köyde hâlâ Sağlık Ocağı açılamıyor bu ülkede! Kim biliyor bu mahrumiyeti?
Hiç kimse! Niye, Balıkhisarlılar araçlarımızı kundaklamıyor, devletin polisini taş yağmuruna tutmuyor diye mi?
İktidar illa açılım yapacaksa “insanlık” açılımı yapsın bence önce...

+++

Teröre tavizle bölüyorlar bu ülkeyi

PKK terör örgütü , geçen ağustostan bu yana sürdürdüğü eylemsizlik tavrını bitirdiğini açıkladı.
Sebep; “AKP hükümetinin inkâr ve imha zihniyetinden ve saldırgan politikalarından vazgeçmemesi..”
PKK’nın acil istekleri:
“Silahlar susacak; yani PKK militanları dağlarda, ovalarda, kentlerde silahlarıyla dolaşacak ve devlet buna izin verecek... Apo ile müzakere düzeyinde görüşülecek...
Anayasa Komisyonu kurularak anayasa değişikliği görüşülecek... Yüzde 10 seçim barajı indirilecek... vs.”
Bu taleplerin bugünden yarına kabulü mümkün mü?
Akla PKK’nın toparlanmak ve kışı rahat geçirmek için eylemsizlik ilan ettiği, kış geçtiği için eylemli döneme döndüğü geliyor.
Ne olursa olsun... Şu bir kez daha ispat edildi ki...
Terör örgütü silah bırakmadan teröre çözüm bulamazsınız...
Çünkü terör örgütünün silahlı tehdidi altında yapacağınız her jest veya iyileştirme taviz olarak algılanır, karşı taraf taviz aldıkça yenilerini ister.
Yaşanan süreç budur...
Eylemsizliğin sona ermesi ne demek? Halk çocuklarının oraya buraya yerleştirilecek mayınlarla kalleşçe öldürülmesi demek...
Kamuoyu terörle yeniden bezdirilecek. Sonra yeniden pazarlığa oturulacak.
Terör örgütü kanlı adımlar politikası yürütüyor.
Tehditle sürekli taviz alıyor. 30 yıl önce “Kültürel haklar istiyoruz başka bir şey istemiyoruz”, diye başlayan hareket bugün “özerk bölge” talebine dayanmıştır. Yarın da bağımsızlığa sıra gelecek...
Terör örgütü silah bırakmadıkça barış sağlanmaz.
Bunca olup bitenden ders almazsak bu işin içinden çıkamayız...
Melih Aşık / Milliyet

+++

Ey açlık sınırındaki halk; maymuna bak

TÜİK’in tespitlerine göre 12 milyon kişi yoksulluk sınırında yaşıyor. 10 milyon kişi yoksulluk sınırının altında! Nüfusun neredeyse üçte biri bu!
Nüfusun yüzde 60.5’i eti sofrasında ayda yılda bir görüyor.
Nüfusun yüzde 59.3’ü borçlu. Nüfusun yüzde 43.9’u yeni giysi alamıyor. Nüfusun yüzde 62.5’i beklenmeyen bir gider ile karşılaştığında bunu karşılama gücüne sahip değil. Yüzde 37.8’i ısınma ihtiyacını yeterince karşılayamıyor.
Ve bu tabloyu yaratan hükümet
seçimlerde yüzde 50 oy alabileceğini hesaplıyor!
Başbakan’ın durduk yerde gerilimler yaratmasının nedeni de bu tabloda yatıyor.
Amaç belli: Halkın dikkatini başka yere çekmek, bir tür “maymuna bak” numarasıyla ilgiyi asıl mevzunun dışına çekmek.
Bir de “yandaş medya” notu: Devletin istatistik kurumunun yaptığı bu araştırma, dün Sabah, Zaman, Yeni Şafak, Akit’ten oluşan yandaş medyada satır yer bulamadı.
Yandaş medya belli ki Başbakan’ın canını sıkacak haberlerin yayımlanmaması konusunda sıkı bir tembih almış.


Bu iğne de kendimize
Anadolu’nun küçük kentlerinde ve kasabalarında, İstanbul’un kalabalık kenar semtlerinde şöyle bir tur atmakla bile kolayca görülebilecek gerçeği, gazeteciler de görebilirlerdi.
Ama uzunca bir süredir gazetelerimizin ekonomi sayfaları halkla ilişkiler şirketlerinin bültenleri gibi yayımlanıyor.
Kimler hangi fırsatlardan yararlanıp, nasıl işler yapmışlar, nasıl paralar kazanılmış bunu öğrenebiliyoruz.
Kimler kârını nasıl yükseltmiş, bunu da biliyoruz.
İhracat nasıl artmış, ithalat ne olmuş, okuyoruz. Bakanların gelecekle ilgili ümit vaat eden konuşmalarını da!
Ama gerçek hayatta neler oluyor, esnafın durumu nedir, memurlar, işçiler nasıl yaşayabiliyorlar, bunu pek göremiyoruz. Artık sokağın sesini dinlemekte ve yansıtmakta da yarar var, bizim işimiz budur.
Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet

+++

Devlet var bayrak yok

Fatih Camii’nin avlusunda mahşeri kalabalık var.
Canlı yayında seyrediyorum, musallanın başında siyasiler, askerler, tarikatçılar, işadamları, gazeteciler itiş kakış.
Ve, orada cansız bedeniyle uzanmış... Oradakileri seyreden “devlet adamı” nı düşünüyorum...
(...)
Binbir dolap çeviren, insanları senden-benden diye ayıran politikacıları, tarih-kültür cahillerini, bilim-sanat düşmanlarını, cukkacıları, peşkeşçileri, bi yandan höt-zöt yapıp, beri yandan saf tutan askerleri, toplumunu din-iman’la dolandıran bezirganları, yüz kere ders almayıp bezirganlara kananları, ikiyüzlülüğü, yalaka gazetecileri görünce... Devlet denilen kavram en üst düzeyde oradayken, bi tane bile Türk bayrağı görmeyince, ne düşünmüştür acaba?
Yılmaz Özdil / Hürriyet

+++

Dövmeci iktidar

AKP Muğla Milletvekili Mehmet Nil Hıdır, Milas’ta yapılan bir toplantıda konuşmuş ve son referandumda Muğla’da yüzde 69 ’Hayır’ oyu çıkmasını eleştirmiş: “Kastamonu’nun Tosya İlçesi’ne gittim. Tosyalılar, ’Referandumda yüzde 78 evet oyu çıkardık. Fakat Erzurum yüzde 87 oy çıkardı. Birinci olamadığımız için üzüldük’ dedi. Ben de ’Sakın ha bu söylediklerinizi Muğlalılar duymasın yoksa döverler sizi’dedim. Tabii bu işin esprisi...
Asıl dövülmesi gereken Muğlalılar!”
Yani; AKP’ye oy vermeyen “Muğlalılar’ın dövülmesi” espri değilmiş!
Mustafa Mutlu / Vatan

+++

Seçimde hile korkusu

Son yerel seçimlerde en önemli tartışmalardan biri beklenmedik biçimde artan seçmen sayısıyla ilgiliydi. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yetkilileri bu artışın adres sistemine göre yapılan kayıtlardan kaynaklandığını ileri sürmüştü. Artış 7 milyon civarındaydı. Yıllara göre bakıldığında Türkiye’de bir yılda nüfus artışı 1 milyon civarında. 3 yılda 7 milyon seçmen artışı olduğuna göre 4 milyon mükerrer oy kullanıldığı şüphesi doğuyor ki, bu da yaklaşık yüzde 8 demektir. YSK’ya sormak istiyorum, kullanılan bilgisayar sistemi aynı TC kimlik numarasıyla birden fazla seçmen kartı alınmışsa bunu saptayabiliyor mu? Ya da kurul böyle bir çalışma yapmayı düşündü mü? Bir seçim için en kötü şey “şaibe” çıkmasıdır. Vatandaşın zihninde “hile” kuşkusu varken parmak boyasının yeniden kullanılmasının gündeme getirilmesi düşünülüyor mu?
Can Ataklı / Vatan

Yazarın Diğer Yazıları