Abdi İpekçi asıl şimdi gömüldü

Hem de “hatırasını yaşatmak” bahanesiyle... Hem de derin, karanlık bir nefret çukuruna gömüldü...
Hadi diyelim, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “iftiracı, sızdırmacı, karalamacı, yaftacı, infazcı”lara Sedat Simavi ödülü verdiği yerde, - hani koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali- bize de, akla hayale gelmez iddialarla meslektaşlarını hedef gösterene Abdi İpekçi Ödülü vermek yakışır gibi bir vazife çıkardınız durumdan....
Bari, hani bir günahı örtbas eder gibi, sessiz sedasız kendi aranızda taksaydınız o nişanı Kemal Göktaş’a...
Gün batımı değil ki vaat ettiğiniz, geçelim de hayran hayran izleyelim karşısından... Düpedüz gazetecilik ahlakının batışını törenle izelettiriyorsunuz siz topluma...
Hem de mottosu ‘Basında Güven’ olan Milliyet çatısı altında!

***


2010 Abdi İpekçi Gazetecilik Ödülü’nün teslim edildiği Göktaş, ne hazin ki Türkiye’yi İpekçi suikastına benzer gazeteci katliamları ile sarsılmaya sürükleyecek zemine taş döşeyen isimlerden biri...
Çünkü... Emin Çölaşan, Melih Aşık, Deniz Som... gibi sayısız gazeteciyi gözünü kırpmadan Hrant Dink suikastının azmettiricisi gibi gösterdi. Onlara karşı bir nefret alanı oluşturdu ve bu alandaki her türlü hakaretin, küfrün, tehdidin meşruiyeti varmış gibi bir hava yarattı. Yazdıklarına bakınca, kalem ile tetik arasındaki sınırda yalpalamadığını düşünmek -en azından benim için- imkansızdı.
Göktaş bizim de dahil olduğumuz bir grup gazeteyi, gazeteciyi, köşe yazarını “açık hedef” yaptı. Kafasındaki garip yargılamada, önyargılarını kanun saydı ve tabiri caizse büyük bir iştahla geçirdi boynumuza yağlı urganı...
Peki ya, elimiz kolumuz bağlı, şu sayfalarımız, köşelerimiz de olmasa kendimizi anlatma ortamı dahi bulamadan çıkarıldığımız sehpalara tekme atan biri çıksaydı!
Önceki akşam ödülle birlikte bir paket de kına mı vereceklerdi sözüm ona büyük gazeteciye!
Bir gün adının böyle birinin masasında “dekor” olacağını bilseydi İpekçi ne hissederdi?
Ve en hazini, emperyalistlerin Türkiye’ye dair planlarını ifşaaya hazırlandığı günlerde katledilen İpekçi’nin adıyla “onurlandırılan(!)” kişi, İpekçi’nin bir gazeteci olarak mücadele ettiği ilişkiler ağının tam göbeğinde, bir muhabirden ziyade “milli unsurları etkisizleştirmek” isteyen bir misyoner gibi çalışıyor iyi mi!
Umarım hatırasının, mirasının düştüğü yeri görünce İpekçi ters dönmemiştir mezarında!


İktidar “Light Apo”yu “Çalışlar”a kavuşturdu

Darısı kaçırılan askerlerimizin başına

Fotoğrafta gözükmüyor ama Celal Talabani, Mehdi Zana, Ahmet Türk ve Abdullah Öcalan’dan başka, o gün Bekaa’da olan bir kişi daha var aslında:
Oral Çalışlar!
Bu fotoğraf çekilirken o da muhtemelen alkış tutuyor tam karşılarında!

***


Dünkü “Hoşgeldin kanka” minvalindeki yazısında Kemal Burkay’la olan 40 yıllık dostluğunu anlatıyordu Çalışlar...İmralı’daki caninin “PKK’nın siyasallaşması süreci için rol biçtiği ilk önder adayı” olan Burkay’ın Türkiye’ye dönüşünden duyduğu sevinci paylaşıyordu...
Çalışlar’ın gençliklerinden itibaren Burkay’la “aynı dağın yeli” olduklarını savunduğunu görünce şaşırdım... Çalışlar’ın döne döne devam eden hayatında, bu dönüşler sırasında sağa sola savrulmadan öylece yerli yerinde kalan tek şeyin Kemal Burkay olması garip değil mi!
Okumayı sürdürdükçe o kadar da garip olmadığı anlaşılıyor. Bir yerde Burkay için “Can güvenliğinden kuşku duymadığı günler geldiğinde dönecekti” diyor ve ekliyor Çalışlar: “Siyasi fikirlerini söyleme imkânının bulunduğu koşulları da çok önemsediğini vurgulamıştı!”
Önce “can” sonra “dava” yani! İşte Çalışlar-Burkay dostluğunu sürekli kılan ortak noktaları da bu “ben merkezci, menfaatperest” duruşları olmuştur bana kalırsa... Hoş “gerillalar(!)”ı mağaralarda yaşarken, Öcalan da haremiyle lüks villalarda sefa sürmemiş miydi sanki!

***


Gözün aydın Oral Çalışlar... Seni “Light Apo”na kavuşturan iktidar, dilerim tez vakitte kaçırılan askerlerimizin de aileleriyle kucaklaşmasını sağlar!


Dikkat TRT var!

III. Diaspora Kurultayı’na katılan Rehan Gündoğmuş, etkinlikte TRT’nin tabiri caizse salondan atıldığını bildiriyor. Azerbaycan yetkililerinin ambargo gerekçesi “kadrolaşmadan duydukları rahatsızlık”mış...
İbrahim Şahin, personelinin gittiği her yerde neredeyse “ajan” muamelesi gördüğü TRT’ye bakıp, eseriyle gurur duyuyor mudur acaba?


Kafayı bulmuş...

Yemin, şike, boykot, anayasa... Medya TBMM ve Adliye koridorlarında verilen canhıraş mücadeleye kilitlenmişken, Hasan Cemal’in “Müzik çok güzel. Buzuki enfes, oynak! Kadının sesi büyüleyici...” içerikli yazısını görünce “kafa mı buluyor” diye düşündüm. Kafa bulmuyor, kafayı buluyormuş.Yunan meyhanesinde yazılan yazının finali: “Bir kadeh uzo daha!”



BASINDAN SEÇMELER


Sorguda işkence

Ergenekon’dan Balyoz’a, mafyadan şikeye pek çok operasyon yapıldı son yıllarda. Kamuoyunun gördüğü manzara şu: Sabahın ilk ışıkları bile oluşmadan evler basılıyor, aramalar yapılıyor, gözaltına alınanlar polislerin arasında kafalarına basılarak arabalara bindiriliyor, emniyete götürülüyor ve 4 gün orada tutuluyor.
Emniyet Müdürlüğü’ndeki arkadaşlarımızın haberlerinden öğreniyoruz ki, gözaltındaki bu kişilerin ifadeleri asla “mesai saatleri” içinde alınmıyor. “Şüpheli” genellikle bütün gün boyu bir odada oturtuluyor. Sonra gece oluyor, önce sağlık muayenesi için hastaneye götürülüyor, geceyarısından sonra sorguya alınıyor.
“Ne var bunda?” diyeceksiniz. Çok şey var. Her insanın biyolojik saati vardır. Bu saatleri şaşırtırsanız çok farklı tepkiler verir. Gece 03.00’te uykuda olmaya alışkın bir bünye, eğer o saatte hâlâ ayakta tutuluyor ve üstelik sorgulanıyorsa bu bir işkencedir.
Ne aklını fikrini toplayabilir ne de normal davranışlar sergileyebilir.
Artık işkence yok. Ama kerpetenle, elektrik telleriyle yapılan işkence yok. Yerine bu “psikolojik” işkence geçti.
12 Eylül mağduru bir doktor okurum S. T. “Harbiyeli” olduğunu belirterek “Ben sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandım. Ama ne polis, ne savcılık ne de mahkemede sorgularım asla geceyarısı yapılmadı. Sorgu uyanık ve beyin çalışırken yapılır. Sabaha karşı yapılan sorgu işkencedir” diyor.
Can Ataklı / Vatan




Meclis’teki ant içme krizini izleyenler, şampiyonluğa son anda yediği tek golle veda eden bir futbol takımı ile taraftarlarının şaşkınlığını yaşıyor.
Cüneyt Arcayürek / Cumhuriyet




Sırada “Anayasa mutabakatı” var

AKP sabırsızlıkla yeni anayasa çalışmalarına başlamak istiyor... Bizi esas şaşırtan ise CHP’nin bu konudaki hevesli duruşu... Acaba CHP yeni anayasa denince ne anlıyor? Ortaya ne çıkacağını umuyor?
AKP’nin daha demokrat, daha özgürlükçü bir anayasa yapacağına inanıyor mu?
Tayyip Erdoğan 8 yıldır hangi özgürlükçü adımı attı da mevcut anayasanın engeliyle karşılaştı...
Tam tersine... Geçen yıl yapılan değişiklikle HSYK ve Anayasa Mahkemesi iktidara bağlandı. Yargı bağımsızlığı yok edildi. Darbe anayasası denilen 1982 Anayasası’nın gerisine gidildi.
AKP bundan sonra ne
yapacak?
Bir.. Kürtlerin istediği değişiklikleri yapacak... İşe mevcut Anayasa’dan “Türk” sözcüklerini silerek başlayacak... Değişmez maddeleri değiştirecek. Eyalet sistemine yönelecek.
İki... Başkanlık sistemine dönük değişiklikleri kotaracak...
AKP’nin bunlardan başka derdi yok. Daha özgürlükçü anayasa isteyen bir iktidar halkın telefonlarını dinletir mi? Muhaliflerini hapislere doldurur mu?
CHP AKP’nin kuyruğunda anayasa değişikliğine soyunursa bir kez daha tuzağa düşer.
Peki ne yapmalı?
Deneyimli siyasetçi Altan Öymen dostumuzun akılcı önerisi:
- CHP, AKP’ye “gelin anayasa değişikliğinden önce işe kolay yerden başlayalım, yasalarda bazı özgürlükçü düzenlemeler yapalım” diyebilir. Bunlar ne olabilir? Mesela tutukluluk süresinin kısaltılması... Seçim barajının düşürülmesi... Siyasi partiler ve seçim yasalarında demokratikleştirici düzenlemeler... AKP bu
samimiyet testini geçerse
birlikte anayasa değişikliği düşünülebilir...
Melih Aşık / Milliyet




Kokartlı muhalefet

Ne kadar çirkin ve ne kadar komikti o yakaya iliştirilen ’ucube’. Hadi bir simge isteniyor: Neden Mustafa Balbay’ın, Mehmet Haberal’ın resmini yakalarına takmıyorlar? Koca CHP’de bir kişinin bile aklına bu öneri gelmez mi... Korkuyorsanız yazıklar olsun... Bunu bile düşünmekten acizseniz size oy veren yüzde 26’dan utanın...
Oray Eğin / Akşam




Tam bir bilmece

Madımak katliamının baş sorumlularından biri olarak gösterilen Cafer Erçakmak tam on sekiz yıldır kırmızı bültenle aranıyor.
Şimdi öldü ve gömüldü deniyor. Doğru mu, eğri mi, belli değil.... Doğal olmayan, Erçakmak’ın nasıl oluyor da, her yerde aranırken Sivas’ın, yani kendi memleketinin göbeğinde oturuyor olması.
Bakalım Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, savcılar, valilik bu bilmeceyi çözmek için hangi girişimde bulunacak?
Yalçın Doğan / Hürriyet




Hilal Cebeci aslında medyanın kendisidir

Geçen hafta öğrendik; Hilal Cebeci diye biri varmış. Sosyal paylaşım sitesi Twitter’dan iç çamaşırlı fotoğraflarını yayınlayıp gündemin orta bir yerine kurulana kadar çoğumuz ismini bile bilmezdik...
Peki Hilal Cebeci’yi “teişhircilik”le suçlamasına rağmen hala magazin haberlerinin baş köşesine oturtan medya, kendisinin de devecileyin bir Hilal Cebeci olduğunun farkında mı? Ya da bir süredir gazetecilik mesleğinin “teşhir”den başka birşey olarak yapılmadığının farkında mıyız?

***


Türkiye’de özellikle Ergenekon operasyonunun ardından yeni bir gelenek türedi. Eğer biri tutuklu yargılanıyorsa peşin peşin suçlu. (...) Emniyet’ten sızan / sızdırılan bilgi ya da fotoğraf varsa aynen yayınlanıyor. Şimdi bu teşhire dayalı gazetecilik pratiğinin Hilal Cebeci’nin iç çamaşırlı fotoğrafını Twitter’da yayınlamasından farkı var mı, bence yok!

***


Ezcümle; şu an Türkiye’de yaygın olarak yapılan anaakım gazeteciliğin, okuru “panpiş” yerine koymaktan hiçbir farkı yok. Gündeme, skandallara, haksızlıklara herkes kendi evinden bakıyor ve gazetecilikten ziyade
“teşhircilik” yapıyor. Hilal Cebeci kazandığını zannedip aslında sadece kendisine zarar verirken, Hilal
Cebeci’nin teşhircilik tarzıyla yapılan gazetecilik herkese zarar veriyor.
Teşhir edeni teşhir etmek işte bu
yüzden önemli.
Ümit Alan / BirGün

Yazarın Diğer Yazıları