ABD, PKK/SDG'ye format atıyor!..

En sıcak haber diğerlerini her zaman döver!.. Haberciliğin temel kuralıdır bu...

Yine öyle oldu. Bugünkü yazı planımıza çok flaş bir gelişmeyle giriş yapmak durumundayım;

ABD Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey başkanlığındaki heyet Türk yetkililerle görüşürken, Suriye'de, ABD'li komutan SDG'nin başı terörist ile fotoğraf verdi. Ankara'daki güvenli bölge görüşmelerinin ilk turundan bir sonuç çıkmadı. Ankara, Fırat'ın doğusuna planladığı haklı operasyon için uyarılarını tüm dünya kamuoyuna açıktan yapıyor. Sınırımıza askeri sevkiyat devam ederken Genelkurmay'daki askeri kaynaklarımdan şok bir bilgiye ulaştım. Bilineceği üzere, ABD, daha önce güvenli bölge ve Suriye konusunda gövdesini PKK/YPG unsurlarının oluşturduğu SDG ile işbirliği yapması için Türkiye'yi baskı altına almaya çalışmıştı. Bu akıl almaz girişim Ankara tarafından reddedilmişti. Askeri kaynağımdan aldığım çok önemli bilgi şöyle;

"ABD, yeni bir oyuna girişti. SDG'nin içindeki PKK/YPG unsurlarını ayıklıyor. PKK/YPG'li teröristlerin dışarıda bırakıldığı, ağırlıklı olarak Kürt ve Arapların da olduğu bir SDG yapısını Fırat'ın doğusunda organize ediyor."

Anlayacağınız, ABD olası bir operasyon sırasında Türkiye'nin terör örgütüne karşı ve sadece kendi güvenliği için yapacağı bir harekatı meşru olmaktan çıkarmaya çalışıyor!..

Ticaret Savaşları: S-400 ve F-35

Yeri geldikçe, ADSIZ'da, Savunma Sanayi Başkanlığı'nda görev yapan üst düzey bir bürokratın değerlendirmelerini sunarım. Son güncel gelişmeler ışığında YENİÇAĞ'a olup bitenlerin perde arkasını aralamasını istedim. İçinde, bomba haberler de bulanacağınız o değerlendirme:

"Savaşlar ülkelerin kaderini çizdiği gibi dünya tarihine de yön verir. Her savaş sonunda yeni bir düzen kurulur. Galipler kuralları belirler. İkinci dünya savaşı sonrasında ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti öncülüğünde 1945'te Birleşmiş Milletler kuruldu. Birleşmiş Milletler 193 ülkenin temsil edildiği devasa bir örgüttür. Bu örgüt dünya tarihinin son 75 yılına damga vurmuş ve yön vermiştir.

Diğer taraftan, 1945'e kadar sürekli savaşların yaşandığı Avrupa'da, başlangıçta sadece filozofların hayali olan "Birleşik Avrupa Ülküsü" siyasi bir barış projesi olarak 1950'lerden itibaren ete-kemiğe bürünürken, bugün otuza yakın üyesiyle tek bayrak tek para birimi altında bir kıtaya ve dünya tarihine yön veriyor.

Geçmişte olduğu gibi, dünyanın bugünkü sorunu da "Hiç bir barış kalıcı değildir." Sıkışan gaz eninde sonunda patlar. Savaşlar ülkelerin bu gazını almaktaydı. Dünya genelinde yaşanan bu gaz sıkışması, terör olaylarının artışı şeklinde son yıllara damgasını vurdu.

Şimdi de ticaret savaşları yaşanıyor. ABD'nin fitili ateşlediği bir savaştan bahsediyoruz. Nasıl ki, birinci dünya savaşında fitili ateşleyen olay Avusturya-Macaristan İmparatorunun öldürülmesi ancak tek başına sebep değilse, bugün Huawei firmasına getirilen yasaklar günümüz ticaret savaşlarını başlatan olay ama tek başına sebep değildir. 75 yıllık bir gaz birikmesi var, bunun bir şekilde atılması gerekiyor.

Taraflar oluşmaya başladı. Üç eksenli bir ticaret savaşı yaşanacağı anlaşılıyor. Bir tarafta ABD ve destekçileri, karşıda Şangay 5'lisi, bu ikisinin karşısında da Avrupa Birliği. Sanırım şimdi daha iyi anlaşmış oluyoruz, İngiltere'nin AB'den çıkış (Brexit) sürecini.

Bizi ilgilendiren soru şu: Türkiye bu savaşın neresinde? İkinci dünya savaşında olduğu gibi taraf olmayarak, dışında kalarak kurtulabilir miyiz? Aslında, şu an ki iktidarın yaptığı ya da daha doğru bir deyimle yapmaya çalıştığı bu. Ne ABD'ye tam karşı ne de destekçi. Ne Avrupa Birliği'ne tam karşı ne de üyesi olmak istiyor. Ne de Rusya ve Çin'e tamamen yaklaşabiliyor...

Kendimizce bir alternatif strateji bulmuşuz. Afrika, Uzak Doğu ve Latin Amerika bölgelerinde ticari genişleme yapmaya çalışıyoruz. Fikir fena değil ama oyun planımız bir o kadar kötü. Örneğin, Afrika açılımında Müslüman kimliğimizle etkileşim kurmaya çalışıyoruz. Oysa Afrika yüzyıllardır din sömürüsünden ve Hıristiyan misyonerlerden zaten çok çekmiş. Onlar, refah görmek istiyor, modernizm görmek istiyor, teknoloji ve bilim görmek istiyor. Din son istediği şey bile değil. Türk Cumhuriyetlere "Türk" kimliğimiz ve "Kardeş" muhabbetimizle yakınlaşmaya çalışıyoruz. Ancak, adamlar seninle aynı dili bile konuşmuyor, hepsi Rusça konuşuyor. Ticaretin dini ve imanı paradır derler, bu tür yaklaşımlarla sonuç almak mümkün değil.

Bu yaşananlar çerçevesinde gelelim S-400 ve F-35 gerçeklerine. Birçok defa yazıldı çizildi. Biz başka bir perspektiften bakış yapalım.

Suriye'de 2011'de başlayan iç karışıklık ve tehdidin asimetrik bir hal alması nedeniyle, Türkiye, hava savunma sistemi olmadığı için NATO'ya başvurdu. NATO, bu talebi ABD, Hollanda, Almanya ve İspanya üzerinden Güney ve Güneydoğu'ya Patriot sistemleri yerleştirerek çözmüştü. Görev süreleri dolan bu NATO gücünün geri çekilmesiyle, Ankara kalıcı çözüm için arayışlara girdi. Suriye'deki kaos sona ermediğine ve o günden beri devam ettiğine göre, NATO askerleri neden geri çekildi, neden görev süresi uzatılmadı, hangi konuda anlaşmazlığa düşüldü soruları akla geliyor.

Erdoğan'ın Mart 2017'deki Moskova ziyaretinde bir anda hava savunma sistemi gündeme getirildi, apar topar satın alma süreci yaşandı, proje ihale vesaire yapılmadan sözleşme imzalandı. Ve S-400'ler bu ay içinde ülkemize giriş yapmaya başladı.

Oysa bu ne yeni doğmuş bir ihtiyaç, ne de şimdi ortaya çıkmış bir problemdi. Şöyle özetleyeyim. İlk defa Yıldırım Akbulut başbakanlığında 1990 yılında 2 adet patriot sistemi alınmak üzere karar alındı. 1993 yılında Çiller alım kararını iptal etti. 2006 yılında 4 adet alım için tekrar karar alındı. O zamanlar Suriye kardeşimiz, 'Esed' Esad idi. Projenin tehdit gerekçesi Suriye değil Yunanistan'dı. Sistemlerin Ege bölgesine konuşlandırılması planlanıyordu."

(Yarın devam edeceğim)

Yazarın Diğer Yazıları