AA da mı 'stratejik çukura' düştü
“Ben buna ajans haberciliği değil ‘militan gazetecilik’ demeyi tercih ediyorum” Fehim Taştekin Radikal Dış Haberler Müdürü
Anadolu Ajansı’nın Suriye’den geçtiği haberleri analiz eden Hürriyet’in hatırlatmaları çarpıcı:
- AA’ya göre; 28 Ağustos’ta Şam’ın Caramana banliyösünde “askeri operasyonlarda” öldürülen iki kişinin cenaze törenine bombalı saldırı düzenlenmiş ve yedi kişi yaşamını yitirmişti. AA’nın muhaliflerin Şam Haber Ağı’na dayandırarak verdiği haberinin aksine, uluslararası ajanslar mahalle halkının “Esad yanlısı ve Hıristiyan” olduğunu bildirdi!
- AA’ya göre; Deraya’da 245 kişinin yaşamını yitirdiği katliamın sorumlusu rejim güçleriydi. Ancak Independent Orta Doğu muhabiri Robert Fisk, katliamın yaşandığı mahallenin sakinlerinin muhalifleri suçladığını yazdı!
- AA’ya göre; Humus’ta 4 Şubat’ta rejim güçleri 377 kişiyi öldürmüştü. Birkaç gün sonra bu haberde AA’nın da kaynak olarak kullandığı Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü (SOHR)’nün İngiltere’den kumandalı bilgilerinin “şişirilmiş” olduğu ve “şüpheli” olaydaki ölü sayısının 55 olduğu düzeltmesi
yapıldı!
- AA’ya göre; 7 Temmuz’da Ürdün ile Suriye ordu birlikleri arasında sınır bölgesinde çatışma çıkmıştı. Oysa Ürdün Enformasyon Bakanı Semih Meytah “İki ülkenin birlikleri arasında çatışma olmadı” açıklaması yapmıştı. Ajans, AP, Reuters ve AFP’nin servis ettiği bu açıklamayı görmezden geldi ve “çatışma” haberini geri çekmedi!
- AA’ya göre; 12 Temmuz’da kaçırılan 14 Filistin Kurtuluş Ordusu (FKO) üyesini kimin katlettiği “bilinmiyordu”. Oysa ki, AA’nın “bir kısmını yayınladığı” FKO bildirisine göre katliamdan Suriyeli muhalifler sorumluydu. FKO, Özgür Suriye Ordusu’nu “İsrail’in çıkarlarına hizmet etmekle” suçluyordu! Üstüne üstlük Özgür Suriye Ordusu bu iddiaları yalanlamak şöyle dursun, “Esad yanlısı” saydığı Filistinli grupları hedef almayı sürdüreceğini ilan ediyordu!
***
“100. Yıl Vizyonu”nu “Güvenilir, tarafsız, etik, hızlı habercilik” temeli üzerine şekillendiren ve bu anlayışla 2020 yılına kadar “dünyanın en etkili ilk 5 ajansı” arasına girmeyi hedefleyen AA yöneticilerine sormak isterim:
Haberinin doğru olmadığı ortaya çıktığı halde bunu geri çekmeyen ve böylelikle “yanlış” haberde ısrar edip kamuoyunu bilerek yanıltan bir kurumun “güvenilirliğinden” bahsedilebilir mi?
Suriye örneğinden gidersek; muhaliflerden gelen her türlü bilginin “kesin doğru” olduğu önkabulüyle hareket etmek, öte yandan Suriye’deki resmi kurumların yaptıkları bilgilendirmeleri görmezden gelmek “tarafsızlık” mıdır?
Tam metni servis ettiğiniz haberi yalanlayan bir açıklamayı, içinden cımbızladığınız birkaç cümle ile “sizi doğruluyormuş” gibi sunmak “etik” midir?
Abonelerine ve vergileriyle ayakta durduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlarına “sorumlu yayıncılık” taahhüdü bulunan, yayın ilkeleri arasında
- “Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk edecek veya halkı sınıf, ırk, dil, inanç, cinsiyet ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa yöneltecek yayın yapmayı
reddeder”,
- “İnsanlar arasında nefret duyguları oluşturacak; korkuya, kaosa, düşmanlığa, paniğe ve yılgınlığa neden olacak her türlü yayın ve yaklaşımlardan uzak durur”,
- “Terör ve şiddet olaylarında haberlerini abartısız, objektif verilere dayanarak ve mümkün olduğunca yetkili bir kaynağa dayandırarak
yayınlar”,
- “Suç ve terör örgütlerinin doğrudan veya dolaylı propagandası niteliği taşıyan yayın yapmaz”,
- “Terör örgütlerinin dilini, jargonunu, tanımlarını, imajlarını ve imalarını terörün propagandasına yardımcı olacak şekilde kullanmaz” gibi “sosyal sözleşme” niteliği taşıyan önemli vaadler bulunan bir kurum bütün bunların aksi sonuçlar doğuracak biçimde “dezenformasyon (bilgi kirliliği)”a başvurabilir mi?
Veya;
Neden başvurur?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi haber ajansı, neden toplumu sınır komşusunda olup bitenler konusunda yanlış yönlendirmek ister?
Bu bir “devlet” politikası mıdır yoksa “hükümet” politikası mıdır?
Siyasi iktidarın milli güvenliğimizi stratejik bir çukura sürüklediği yönünde önemli göstergelerin ortaya çıktığı şu dönemde, AA da bu gerçeği milletten saklayabilmek uğruna “haberciliği” mi aynı stratejik çukura gömmeye niyetlendi?
Eğer öyle ise iki ateş arasına attığınız o muhabirlere yazık değil mi?
Madem ki, “saha”da ne olduğunu önemsemeyeceksiniz, madem ki sizin için muhaliflerin söyledikleri yeterli, “savaş eğitimi” verip Suriye sokaklarına saldığınız o çocukları geri çağırın bari!
Hem yok yere devleti onca masrafa sokmayın, hem de canlarını tehlikeye atmayın!
+++
Yıllardır TSK’yı Türk Milleti’ne karşı savaşıyormuş gibi gösteren, kamplaştıran onca manşetten, haberden, yorumdan sonra bu satırları neye yormalı; Gülerce unuttu mu dersiniz nerede yazdığını
Hayırdır inşallah!
...30 Ağustos 1922 Dumlupınar zaferinin 90. yılını kutladık. Yakın tarihimizle ilgili tartışmalar bir yana, bu zafer aziz milletimize bir diriliş, yeniden ayağa kalkma fırsatı verdiği, işte 90 yıl sonra bölgesinde yıldızı parlayan bir ülke olmanın kapılarını açtığı için büyük değer taşıyor.
Bu zaferin mimarlarını, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, kahraman ordumuzun ebediyete göç etmiş vatansever bütün mensuplarını şükranla yâd ediyoruz.
(...)
Ordu bizim ordumuzdur. Bulunduğu coğrafyada, tarihî ve milli müktesebatıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin caydırıcılık vasfının yüksek bir güce ulaşması, geleceğimiz adına hayatidir. Güçlü demokrasisi, güçlü ekonomisi, iç bütünlüğünü sağlamış, barış içinde kalkınan güçlü Türkiye’nin güçlü ordusu; dostlara güven, hasımlara da “ne yapacaksan bir defa daha düşün” ihtarını yapar. Onun için vesayetten demokrasiye geçiş tartışmalarında, kurum olarak TSK ile onun bünyesinde bir ur gibi zaaf oluşturan cuntacılığı karıştırmamak gerekir.
Tarihin ikazlarını da hatırlamalıyız. Osmanlı’da uzun dönem Yeniçeri’nin birtakım azgınlıkları olmuştur. Kendi hükümdarlarını işkence ile öldürmüşler, zehirlemişler, Yavuz Sultan’ın çadırına ok atılmış... Taht kavgalarında en büyük rolü üstlenmişler.
Ama aynı Yeniçeri, Belgrat’ta savaşmış, Viyana’da savaşmış... “Dört asır, beş asır milletin namusunu, şerefini, haysiyetini, toprağını, istiklâlini; başındaki komutanlarıyla korumuş...” Tarihteki olayları, o günün kahramanlarını ve aktörlerini yargılarken, insaf ve objektiflik elden bırakılmamalıdır. Bugünün mantalitesiyle, dünün şartlarını, imkânlarını, algılarını, tertiplerini dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler yanlış olur. Bir de bunlara önyargıları, öfkeleri eklerseniz, sadece at gözlüğü takmış olursunuz.
Ergenekon davasıyla özdeşleşen yargılama sürecine de bu hassasiyetle bakılmalıdır. Kabul etmeliyiz ki bu konuda pek çok hata yapıldı, üslup kaymaları oldu. Makul insanlara şimdi düşen bir sorumluluk var. Yeni bir değerlendirme yapmalıyız. Şahıslara takılmadan, hissiyata kapılmadan ayarları kontrol etmeliyiz. Evvela yargı nihai kararını verinceye kadar kimse “yargısız infaz” insafsızlığına sapmamalıdır. Yaşanan hukuki bir süreç var. Kesin hükümlerden kaçınmalıyız. Her defasında, “iddiaya göre, iddia edildiğine göre” kaydı düşülmelidir.
(...)
Biz millet olarak bu müesseseye “Peygamber Ocağı” demişiz. Bir yönüyle tarihimiz onun omuzlarında bayraklaşmış. Yanlış yapan kadrolara, kendi milletinin değerlerine itibar etmemiş adamlara bakıp bu ocağı bütün bütün karalamak kendi ayağımıza kurşun sıkmak olur.
Bugün toplumun makul çoğunluğunun arzusu şudur: Böylesine hayati bir müessese milletin değerlerine, sevgisine layık olmalıdır. Çağımızda ülkeleri güçlendiren evrensel insani değerler üzerinde yükselen, eşit vatandaşlık, genişletilmiş özgürlükler ve hukukun üstünlüğü ile taçlanmış bir demokrasidir. Güçlü ordu, güçlü demokrasiyle, huzur ve refah içinde kalkınan bir toplumun askerleriyle olur. Asıl gaye; ordusunu seven bir halk, halkına saygı duyan bir silahlı kuvvetlerdir..
Hüseyin Gülerce / Zaman
+++
Memleket
canımızdan kıymetli mi
birader...
Kader ağlarını örüyor.
Türk milleti kurtuluşunu...
Topçu, ateş emrini bekliyordu.
***
Mustafa Kemal, uzuuun uzun incelediği haritadan başını kaldırdı, o keskin gözleriyle kurmaylarına bakarak... Beyler, benim kulağım ağrıyor, galiba yıkanırken su kaçtı, doktor tavsiyesiyle üç-beş gün hastanede yatayım da, memleketi sonra kurtarırız dedi!
***
Zaten kulak’tan mustarip olan İsmet İnönü, ha yaşa be paşa diyerek fırladı yerinden, üzerinize afiyet ben de biraz üşütmüşüm, kupa çektirip, iki-üç gün battaniyeye sarılarak dinleneyim bari... Fevzi Çakmak, ayıptır söylemesi, bağırsaklarını bozduğunu, Nurettin paşa, sinüzit yüzünden başının zonkladığını, Yakup Şevki paşa ise, bu mevsimde alerjisinin azdığını, hapşırmaktan dürbüne bile bakamadığını söyledi. Fahrettin Altay at’a binmekten basurlarının kanadığını, İzzettin Çalışlar bileğini burktuğunu, Sami Gökçen dizinde kıl döndüğünü anlattı. O sırada çadıra giren, 3’üncü Kafkas tümeni komutanı Kazım Orbay, fazla aspirin’i olan var mı diye sorarken... Kâğıt mendil olmadığı için mecburen haritaya hınkıran 61’nci tümen komutanı Salih Omurtak, tıkalı burnuyla genizden genizden konuşarak, benim 3’üncü taburda bi onbaşı var, şahane adaçayı kaynatıyor tavsiyesinde bulundu.
***
Neticede, son noktayı Mustafa Kemal koydu, canımızdan kıymetli mi birader, ölümlü dünya, çekin bütün mevzilere telgrafı, eylülde filan taarruz ederiz, bilemedin ekim yani... Valla öyle dedi İsmet, tutturmuşlar bi 30 Ağustos diye, Allah’ın günleri torbaya mı girdi.
Yılmaz Özdil / Hürriyet
+++
Bu nasıl bir başkomutandır ki zafer bayramında ‘Kulağım ağrıyor!’ diyerek hastane odasında pijamalarını çekip bilgisayardan sağa sola mesaj atar; fotoğraflarını yayımlar da ordusunun başına geçemez?
Acaba Sayın Gül; 26 Ağustos 1922 sabahı Kocatepe’de olsa, toplar gümbürdemeye başladığında kulaklarını tıkayarak kendisini bir kayanın arkasına mı atardı?
Rıza Zelyut / Güneş
+++
Hem kendilerini hem ülkeyi uçuruma
sürüklüyorlar
BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Türkiye’nin Irak sınırı boyunca içeri doğru 15 kilometrelik alanın PKK kontrolünde olduğunu söylüyor. Ve ekliyor: - Şemdinli ve Çukurca’da denetim PKK’da... İnanmayan Bakan varsa birlikte gidelim...
PKK adına hükümete maydan okuyan bu zata günlerdir yanıt yok. Ben geliyorum hadi birlikte gidip memleketimizin o parçasını birlikte görelim diyemiyor hiçbiri... Demirtaş’a göre Türk ordusu karakollardan dışarı çıkamamaktadır...
İstanbul’da da benzer bir durum var. Ordunun seçkin general ve albayları Hasdal, Hadımköy, Silivri cezaevlerinden dışarı çıkamıyor. Doğruluğu ispatlanamayan kanıtlarla hapis yatırılan general ve albay sayısı 200’ü aşıyor...
Büyük Zafer’in 90. yıldönümünde manzara budur. Başkumandan! kulağı ağrıdığı gerekçesiyle Köşk’teki tebrik törenini iptal etti. Hastaneden twitter mesajları atıyor... Anlaşılan orada iyi vakit geçiriyor... Başbakan ise daha sıkkın olmalı. Amerikalı tarihçi Webster Tarpley, ABD Başkanı Obama’nın, Tayyip Erdoğan’ı Suriye ateşinin içine çekerek oyuna getirdiğini söylüyor... Suriye yanarsa Türkiye de yanar deniyor. Ne var ki umudunu ABD’ye bağlamışların bir B planı yoktur... Hem kendilerini hem ülkeyi bu yüzden uçuruma yuvarlıyorlar.
Melih Aşık / Milliyet
+++
Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu’nun İngilizce internet sayfasında ordunun ana üssü “Hatay” olarak gösteriliyormuş, buna kaç puan?
Ruhat Mengi / Vatan
+++
İhtimal mi,
temenni mi?
Başbakan Erdoğan elini göstermeyen bir lider. O yüzden 2014’ün ’oyun planını’ kestirmek güç. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi sadece Erdoğan ve AK Parti değil Türk siyaseti için de dönüm noktası. Bütün hesaplar ’Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması’ üzerine yapılıyor.
Ya aday olmazsa...
Ali Ünal / Zaman
+++
Dökülen son Taraf yaprağı
Taraf yazı işleri müdürü Yıldıray Oğur görevini bıraktı. TSK ve rejim karşıtı eylemleriyle tanınan Genç Siviller’in de kurucularından olan Oğur’un ayrılık nedeni, doktora tezi için zamana ihtiyaç duyması olarak gösterildi. Oğur’un idari görevini bırakırken aynı derecede zaman ve dikkat isteyen köşe yazıları ile özel haberlerine devam edecek olması akla ayrılığının asıl sebebi Ahmet Altan mı sorusunu getirdi? Altan’ın yardımcısı, Taraf için kariyerini ve ailesini ABD’de bırakan Yasemin Çongar’ın uzun zamandır devam eden sessizliği de dikkat çekici. Tam da Çongar’ın Taraf ekibinin “bir bölümü” ile yeni bir neo-liberal gazete çıkarma hazırlığında olduğu söylentilerinin yayıldığı şu günlerde, Taraf’taki yaprak dökümü gerçekten de tesadüften ibaret olabilir mi?
+++
Ilcak’a küçük bir hatırlatma
Nazlı Ilıcak’ın Sabah gazetesindeki 12 Nisan 2011 tarihli “Virüs” başlıklı yazısında “Olaya virüs karışmışsa, davanın çökeceğini baştan beri söyledim” dediğini hatırlatan Odatv soruyor:
“Son olarak TÜBİTAK’ın verdiği raporda belgelerin Odatv bilgisayarlarında oluşturulmadığı ve belgeler üzerinde bu bilgisayar aracılığıyla hiçbir değişiklik yapılmadığı anlaşıldı. Yani bizim ilk günden itibaren söylediğimiz tüm sözler doğrulandı.
Peki Nazlı Ilıcak 15 ay önce yazdığı bu yazıyı unuttu mu?”