1,5 ay önce duyurmuştuk O 'zıpzıp' muradına erdi

Medya siteleri öğle saatlerinde “şok gelişme”, “flaş, flaş, flaş...” diye duyurdu:
Enis Berberoğlu Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu. Ertuğrul Özkök köşe yazarı olarak devam edecek...
Nasıl hayretler içinde kaldık sormayın! Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimizi yutacaktık!
Bakın ne yazmışız 12 Kasım 2009’da:
“Tasfiye edilecek gazeteciler listesi olur da, terfi ettirilecekler listesi olmaz mı? İşvesi, cilvesiyle, bilin bakalım kimi “ben geliyorum” derken enseledik. İşte Genel Yayın Yönetmenliği basamaklarındaki o zıpzıp:
Bir gazeteci düşünün; TVNET’e yaptığı Başbakanlık ve Genelkurmay’ın karşılıklı olarak internet andıcı talimatını aradığı... açıklamalarını nasıl yorumlayacağını bilemediği için Erdoğan’ı arasın ve “Ben sizin demek istemediğiniz bir şeyi demeyeyim diye şeyettim... Siz iyi güzel demişsiniz de, ben ne desem onu kestiremedim...” diye kendisine bir “aferinlik yorum pusulası” arasın. Sonra “sözünün üstüne söz söylenemeyen Erdoğan’ın” sözlerinin aslında nasıl iyi, nasıl faydalı, nasıl her memlekete lazım olduğunu anlatsın... Üzerine bir de “Böyle muhalefet de olmaz ki...” sosu... Başbakan olsam yazarım bir terfi listesi, Doğan Grubu’nun içinde istihdam ettiğim kuryelerden birinin eline sıkıştırır gönderirim patrona... Yoksa Bekir Coşkun’un bahsettiği “tasfiye listesi”ne benzer, bir de “terfi listesi” ulaşmış mıdır dersiniz Doğan’a? Hürriyet’in kendi seçtiği kod adıyla “KKK(Kel, Kör, Kambur)”sının ekrandaki bu işvesi, bu edası Genel Yayın Yönetmenliği yolunun “dikensizleştirilmesi”ne mi delalet?”
Biz de az değiliz hani; bir de ısrar etmişiz ki sormayın gitsin. Bakın bu satırlar da hemen ertesi güne, yani 13 Kasım 2009’a ait:
“Enis Berberoğlu’nun Diyarbakır uçağında “iki bakan arasındaki” pozuna bakıyorum. Tam da günümüz gazetecisi(!) ile günümüz siyasetçisinin olması gerektiği gibi, omuz omuza, kafakafaya, dizdize... Safları öyle sıklaştırmışlar ki, bir hal olsa, kimin eli kimin cebinde bilemeyiz.
Yükselmek, daha da yükselmek isteyen bir gazeteci için, “kadrolaşarak” var olan bir iktidar ile yekvücut olmaktan iyisi Şam’da kayısı. Yarın Berberoğlu, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni olursa, kim ‘hak etmedi’ diyebilir ki? Şu pozu veren, verebilecek kaç “gazeteci” var sektörde?”
Biz söyleyeceğimizi baştan söylemişiz zaten. Nam-ı diğer KKK çok uçtu, çok gezdi, çok yanaştı, çok sırıttı, pozun onbin türlüsünü verdi iktidarlılarla yanyana, diz dize, omuz omuza, baş başa, kafa kafaya, kol kola... Diyeceğim o ki kaleminin yağının son damlasına kadar hak etti geldiği yeri.
Hürriyet, Ertuğrul Özkök’lü 20 yılın sonunda, “amiral gemisi”nden, Emin Çölaşan’ın ifadesiyle “AKP’nin refakat gemisi”ne dönüşmüştü, Enis Berberoğlu’lu yıllarda da “yumoş tankeri” ruhsatını alır herhalde...

Yeni bir yapılanma mı?
Çukurambar Operasyonu’nu Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın tarihine bakarak yorumlayanlar, Türkiye ile Amerikan çıkarlarının kesiştiği noktada “belirleyici” olacak tek kurumun dönüştürüldüğü görüşünde
Tarihe “suikaste uğrayacağını öğrendiği gün sevinçten etekleri zil çalan tek politikacı” olarak geçmesi muhtemel Bülent Arınç, tarihteki emsalinin “1978’de Gladio tarafından öldürülen İtalyan Başbakan Aldo Moro” olduğunu açıklayınca, bunu bir ara pası kabul eden Yasemin Çongar “görev” bilinciyle “şutunu” çekti: Arınç’ın Ankara’ya bakınca Roma’yı hatırlamasına hiç şaşırmadım. İtalyan Gladiosu içindeki Rüzgar Gülü adlı gizli birim de, CIA güdümlü ve NATO şemsiyeli Gladio’nun aksine, ABD’ye ve NATO’ya mesafeli milliyetçi subaylardan kuruluydu!..
Çongar’ın ’sorun / tehdit / tehlike’ olarak yansıttığı yapı, açık biçimde görülüyor ki “CIA güdümlü Gladyo” değil, onun kurduğu oyun düzeninin dışına çıkan “ABD karşıtları” veya “milliyetçi subaylar”!


Akinan: Washington’un tasfiyesi
Dünkü Medya Polemik’i okuyanlar, Serdar Akinan’ın yaptığı hatırlatmalara bakarak, Türkiye şartlarında benzer bir “tehlike!” oluştuğunda, nasıl “bertaraf” edildiğiyle ilgili az buçuk fikir sahibi olmuşlardır.
Okumayanlar için Akinan’ın “mim” koyduğu iki önemli tarihe yeniden bakalım:
İlki 19 Mart 2002. Dönemin Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin, Irak işgaline destek için Ankara’ya geldiği tarih...
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından alenen terslenen Cheney’nin ABD’ye dönüşünü takiben yaşanan “krizler zincirinin” ilk akla gelen halkaları, Ecevit’in hastaneye kaldırılması, “son kurtarıcı” Kemal Derviş’in “siyasi istikrarsızlık” çıkışı ve Devlet Bahçeli’nin seçim kararı almasıydı. Sonuç: Akinan’ın ifadesiyle “ABD’nin, Irak’ın işgali karşısında duran bir askeri siyasi heyeti birkaç ayda tasfiyesi” ve AKP’nin tek başına iktidarı!
İkinci önemli tarih 1 Mart 2003. Ankara’da yine ’ABD’nin planlamadığı’ bir gelişme yaşanıyor ve Irak’a asker göndermemiz için hazırlanan tezkere TBMM’de reddediliyor. Akinan bu olayın faturasının da “aslında” AKP’ye değil, MGK’da bu yönde “tavsiye kararı almayan” yani ABD’nin yanında yer almayan askere çıkarıldığını savunuyor. Akabinde malum; “Ergenekon” denen uzun ince bir yol!


Dönüştürme operasyonu
Dönüşüm miladı olarak 1 Mart 2003 tarihini görenlerin sayısı hiç az değil. Emekli Tuğgeneral Nejat Eslen, dün Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği demeçte, operasyonun “ABD’nin Türkiye’yi kendi yörüngesinde tutma çabası”yla paralel geliştiğine dikkat çekiyor ve şunları vurguluyor: “1 Mart tezkeresiyle ABD, askerlerin Türkiye’yi NATO yörüngesinden tamamen çıkarabileceğini düşünmeye başlamıştır. AB üzerinden Türkiye’nin silahlı kuvvetlerinin güvenlik algılamasını değiştirmesini talep edenler bunu artık farklı bir yöntemle yapıyor olabilirler. Bu süreç sona erdiğinde Türkiye farklı bir yapıyla ortaya çıkabilecektir. TSK bu güç mücadelesinin göbeğine yerleştirilmiştir.”


Kılınç’ın Ümraniye bileti
Eslen’in sözleri, ABD’nin askeri, “tehdit” olarak algılamaya başlamasıyla ilgili olarak çok tartışılan başka bir olayı da hatırlattı.
Dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın, 7 Mart 2002’de Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki konuşmasında söylediği şu sözler, kendi kendisine kestiği Ümraniye Soruşturması bileti miydi acaba?
“Türkiye öncelikle, stratejik anlamda kimlerle bağı varsa, o bağları çözmesi lazım. Bu bağlardan bir tanesi NATO’dur. NATO’dan sıyrılırsanız, ABD’nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bunun da en doğru yöntemi zannediyorum, Rusya ile birlikte, ABD’yi göz ardı etmeksizin mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunmasıdır.”
“Çukurambar Operasyonu”nu, TSK’nın NATO’nun işlevini sorgulama sürecine dayandıran Mehmet Ali Güller, önceki gün odatv.com’da yayımlanan analizinde 1980’lerin sonuna doğru TSK içinde, ABD’nin stratejik hedefleri konusunda fikir değişikliklerinin oluşmaya başladığına dikkat çekiyor.


Çuval; en sıcak saldırı
1986’da “Türkiye himayesinden Kürdistan Planı”na direnç gösteren Özel Harp Dairesi’nin 1990’da Özel Kuvvetler Komutanlığı’na dönüştürüldüğünü ve 1992’de yeniden yapılandırıldığını hatırlatan Güller, bunun “ABD sultasından çıkış” anlamı taşıdığının ve o tarihten sonra “NATO ve ABD ilişkileriyle, ABD parasıyla, ABD eğitimiyle milletine karşı oluşturulmuş olan bir yapının, artık Milli Kuvvet haline geldiğini” dolayısıyla da ABD’nin hedefi olduğunu yazdı.
Yeniçağ’da Arslan Bulut’un kaleminden okuduğunuz “Açılımın Şifreleri” dizisinin dün yayımlanan ilk bölümünde, Öcalan’ın 1993 yılında, dönemin siyasilerine söylediği kaydedilen şu sözlerle, ordudan nasıl bir değişim bekleniyor dersiniz: “Demokrasi paketinizi bekliyoruz, dönmem için ordunun değişmesi gerekir.”
Güller’e göre ABD’nin ÖKK’ya yönelttiği en sıcak saldırı 4 Temmuz 2003’teki “Çuval Operasyonu”ydu: “Bugün Arınç’a suikast yapacağı iddiasıyla subayları gözaltına alınan, karargâhına baskın yapılan ÖKK, 4 Temmuz 2003’te de Peşmerge liderlerine suikast yapacağı iddiasıyla baskına uğramıştı! O gün, ”karşılık verme“ emriyle başına çuval geçirilen, kriptolarına el koyulan subayların, bugün de kozmik odalarına Terörle Mücadele Polisleri girmiştir!”


Doğru okuma notu
Bu vesileyle, ABD’nin II. Dünya Savaşı’nı hasarsız atlattıktan sonra, Sovyetler liderliğindeki Doğu Bloku’na karşı, NATO çatısı altında birleşen Batı Bloku’nun liderliğini ele geçirdiğini ve “yeni dünya düzeni”nin inşaasına başladığını...Amele olarak Marshall Planı ve benzeri anlaşmalarla sayısını arttırdığı sömürgelerini kullandığını... IMF, Dünya Bankası, NATO, BM gibi kurumların uzattığı havuçların yevmiye yerine geçtiğini... Silah ve petrol ticaretinin devreye girmesinden sonra Amerikan kapitalizminin vahşi bir emperyalizme dönüştüğünü... Bu senaryoda Türkiye’nin payına da boru, kuyu, güzergah vs... bekçiliğinin düştüğünü... Dolayısıyla da bekçisinin ruh ve beden ölçülerini “işlevsel” kılmak isteyen ABD’nin aldığı en önemli tedbirin, “en önemli engeli” yani kendisine direnen orduyu etkisiz hale getirmek olduğunu hatırladık.


Kritik soru: Neden şimdi?
Bu hatırlatmalar kuşkusuz nedensiz yapılmıyor. Bugüne kadar kanlısı, kansızı, klasiği postmoderni, darbenin her türünü yaşamış bir ülke soruyor: “Mesele demokrasinin sınırlarının barut izleriyle çizilmesi meselesiyse, neden şimdi?”
Mesela neden 27 Mayıs darbesi ve 12 Mart muhtırasını “CIA Operasyonları” kapsamına alan The Daily Telegraph 1972’de “CIA ajanları’nın, ordunun girişiminden hemen sonra Demirel hükümetinin zorunlu istifasındaki katkılarından...” bahsettiğinde değil de şimdi?
Mesela neden, 12 Mart arifesinde Genelkurmay’da yapılan gizli bir toplantının tutanakları, hem de satır satır, ABD Başkanı Richard Nixon, Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger, Dışişleri Bakanı William Rogers, Savunma Bakanı Melvin Laird, ABD Türkiye Büyükelçisi William Handley’nin kendi aralarındaki yazışmaları ve değerlendirme raporlarının arasından çıktığında değil de şimdi?
Mesela neden ABD’nin BM Temsilcisi Daniel Patrick, “Türkiye afyon üretimini durdurmazsa, biz de Sultanahmet Camii’ni bombalayalım!” dediğinde değil de şimdi?
Veya neden hakikaten camileri olmasa da birilerinin cemevlerini taradığı, aynı silahla ayrı kamplardaki gençlerin öldürüldüğü, kahvehanelerin tarandığı günlerde değil?
Mesela neden 16 Şubat 1969 günü Beyazıt Meydanı’nda toplanıp “NATO’ya hayır, Ortak Pazar’a hayır, toprak reformu yapılsın, montaj değil milli sanayi, petrol millileştirilmeli” diyen gençlerin yolu idam sehpasına çıkarılırken değil?
Neden bir “komünizm” umacısı uğruna binlerce insanın kanı dökülürken değil?
Neden Kanlı 1 Mayıs’ın ertesi sabahı değil?
Neden dönemin Dev-Genç başkanlarından Atila Sarp’ın, “ABD üniversitelerinde Maoculuğu öğrenip gelenler vardı” itirafından sonra... Veya Hasan Cemal’in “mısır gibi patlayan bombalarından” sonra... Veya biyografisinde CIA ile çalıştığını yazan Profesör’ün İngiliz istihbaratının arka bahçesi olarak tanımlanan Exeter Üniversitesi’ne gönderdiği öğrencilerinin, iktidarı pekiştiriş müjdesi olan “27 Nisan”da değil? Onların yolunu açan 28 Şubat’ta değil?
Deniz Gezmiş, idam kararını veren mahkeme salonunda “101 tane ABD üssünün bulunduğu ülkede bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür” dediği zaman değil de neden şimdi?
Öyle ya madem ÖKK, taa Adnan Menderes döneminde (başına gelecekleri bilse bulaşmazdı herhalde) “Türkiye’yi NATO’nun kontrolünde tutmak üzere oluşturuldu”. Bunca zaman demokrasi havarilerinin elleri armut mu topluyordu? Ama yanlış soru: Bugünün demokrasi havarileri dünün darbe şakşakçıları değil miydi zaten?
Türkiye’deki bütün faili meçhullerin failinin ‘aslında’ TSK içindeki ‘derin bir yapı’ olduğuna dair bir algı var. Son operasyonu ‘kabul edilebilir’ kılan eşik o algının artık kronikleşmiş hale gelmesi. Gazeteciler, siyasiler, statükonun yoluna taş koyan hiçkimse, ‘bir bilinmezin’ namlusunun ucunda yaşamak istemez. Her gece evine döndüğünde “bugün de arabam havaya uçurulmadı” anne demek değildir, sosyal güvenlik. Bu yüzden “gerçek demokrasi”den yana olan herkes endişeleniyor.
Yalçın Doğan’ın yazdığı gibi “Seferberlik Tetkik Kurulu tarihinde ilk kez aranıyor.” Bunu faydaya çevirmek isteyenler için bir başka “ilk” için fırsat doğdu. Ülkenin darbe ehli CIA müttefiklerini teslim edilmeyeceğini göstermek! Çünkü “millileşme” Gladio için de tehdit ise, insanın aklına şu soru düşüyor: “NATO çerçevesinde yeni bir ordu yapılanmasına mı gidiliyor?”
Bunun ille de darbeci bir ordu olması gerekmez. Obama’nın desteklediğini açıkladığı, İran’daki gibi bir sivil darbe girişimini “bastırmayacak” kadar pasifleştirilmiş bir ordu da ‘bekaa’ için risk değil midir?

MİNİ YORUM
Ya teslim olacağız, ya olacağız

ABD değilse AB. Ama yolu yok, ille de teslim bayrağı çektiğini görecekler insanların. Baksanıza Eser Karakaş’ın konumlandırmasına:
“Bugün Silivri’de yargılanan kişilerin en büyük ortak paydası AB sürecine olan karşıtlıkları. ” Ergenekoncu “ zihniyet demek özünde ve somut olarak AB karşıtlığı demek.” Cümleten geçmiş olsun!

Yazarın Diğer Yazıları