Orta Doğu’da kanlı kargaşa!

Çoğu kişinin, hiç düşünmeden bir çırpıda, kabul ettiği trajedilerin başında Orta Doğu’nun kargaşası geliyor. Orta Doğu, o kadar çapraşık bir geniş bölge ki; Semavi dinlerin bütün Peygamberlerinin bu topraklarda doğarak, huzuru temin etmeye uğraştıkları biliniyor. Ne yazık ki, bütün Peygamberlerin çabası, bütün dinlerin kutsal buyrukları Orta Doğu’yu sakinleştirmeye yetmemiş bulunuyor. Üstelik, böylesine sancılı topraklarda “kan dökme”, “insanların acı çekmesi”, liderlerin kişisel ihtirasları hep “boy atıyor.”
Bir düşünüldüğünde, Türkiye’nin de her şeye rağmen, bir Orta Doğu ülkesi olduğu ve burada da kargaşa yaşandığı hükmüne varmak mümkün oluyor.
Hele, son yıllarda yaşananlar, ülkemizin üstünde siyah bulutların dolaşmasına neden oluyor. İşte öyle bir zaman ve mekânda, huzur ve güven içinde yaşayabilmenin güçlüğü kendini en azından hissettiriyor.
Yani, Orta Doğu ile Türkiye bir yerde örtüşüyor. Ne var ki, bizim gibi yarım asrı aşmış ve mesleğinin gençlik yıllarını Orta Doğu’da geçirmiş bir gazeteci olarak, şükürler olsun ki yazacak daha doğrusu yazabilecek çok konumuz sırada bekliyor. Ülkemizi ve insanımızı çok yakından ilgilendiren çoğu olaylardan çıkarılacak anlamları, alınacak dersleri yabana atmamak gerekiyor. Nasıl olsa, günlük yazan arkadaşlarımız, bütün zorlama ve telkinlere rağmen gerçekleri haykırmaya çalışıyor.
Orta Doğu’nun benzer olaylarından kaynaklanan tespitlerimiz, bir gazetecinin hazinesi olarak, zor günlerde imdada yetişiyor.
Orta Doğu’da izlediğimiz savaşlar, resmi ziyaretler, zirveler, konferanslar, yaptığımız röportajların ve edindiğimiz bilginin bir yerde “altın” gibi değeri olduğu görülüyor.
Söz gelimi, Suriye ile olan ilişkilerimize şöyle bir kuş bakışı olsa da göz atmak gerekiyor; Türkiye ile Suriye arasındaki sorunlar, Fransa tarafından Suriye’ye bağımsızlık verilmesini öngören 1936’daki anlaşmayla başlıyor. Böylece Fransa, İskenderun sancağı üzerindeki tüm egemenlik yetkilerini örtülü bir şekilde Suriye’ye devrediyor.
Nitekim, Türkiye’nin girişimleri sonucu İskenderun Sancağı’nın 1938’de Hatay adıyla bağımsızlığını kazanması ve bir yıl sonra da Hatay Meclisi tarafından Türkiye ile birleşme kararı alıyor. Ne var ki, 1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye, Hatay’ı kendi sınırları içerisinde gösteriyor. Böylece, ilk anlaşmazlık veya düşmanlık temeli atılmış oluyor.
Sonra da, Baas politikası ürünü olarak; PKK’nın desteklenmesi ve Fırat ile Dicle nehirlerinin ihtilafı iki ülkenin arasını açıyor.
Ancak, baba Hafız Esad’ın ölümü üzerine iktidara geçen Beşşar Esad bütün anlaşmazlıkları gidermeye büyük çaba gösterirken “Arap Baharı”na çarpılıyor. Aslında, bu hassas dönemde Türkiye’nin takınacağı tavrın “tarafsızlık” temeli üzerinde kurulmuş “arabuluculuk” tan başka bir şey olmaması icap ediyor.

Yazarın Diğer Yazıları