Onlar yolumuzun ışığı!
Kurtuluş Savaşı sırasında ve devletimizin kurulma aşamasında hizmet verenler, gerçekten farklı insanlardı. Sadece askerler değil; iş adamları, yazarlar, memurlar... Her biri, kesinlikle saygı duyulacak kişiliklere sahiptiler. Sözgelimi o büyük insanlardan birisi de, sunucuların ustası rahmetli Orhan Boran’ın Babası Hikmet Boran idi...
Tıbbiye öğrencisi Hikmet Boran 19 yaşındadır. İstanbul gençliğini temsilen Sivas Kongresi’ne katılır. Kongrede “manda ve himaye” isteyenlere öyle bir meydan okur ki; onun bu çıkışına Mustafa Kemal Paşa’nın kesin tavrı da eklenince, bir daha kimse “manda ve himaye” den söz edemez!
O zor günlerde en sıradan insanlar bile, omuzlarında; yük ne söz, koca dağları taşıyorlardı. Her biri, yoksulluğa, olanaksızlığa meydan okuyor; korkuya ‘korku’ oluyorlardı. Erdem ne ise, o idi onlar... Kahramanlık ne ise o! Ve onlar aramızdan çıkmıştı...
Gerek TRT’de, gerekse özel basında çalışırken o güzel insanların öykülerini topluma ulaştırmak için, sorumluluk sahibi her gazeteci gibi özel uğraş verdim. 1985 yılında TRT’de hazırladığım “İstiklâl Savaşı’nda Milletimiz” adlı dizi program, o adı az bilinen kahramanları anlatır... O programı yaparken, o insanları ve çocuklarını tanıdıkça, kimi zaman hüzünlendim, kimi zaman hayran kaldım; Erzurumlu Nafiz Bey’in kızıyla konuşurken olduğu gibi...
Erzurumlu Nafiz Bey! İstanbul’da yaşayan zengin bir tüccardır. Aslen Erzurumlu bir ‘Dadaş’... Kurtuluş Savaşı başladığında henüz kurulan ordumuzun uçağı yoktur. Nafiz bey bunu bilir. İstanbul’da İtalyanlarla görüşür ve kendi parasıyla iki uçak satın alır. Bu uçakları, Sakarya Savaşı öncesinde, parçalar halinde İnebolu’ya kadar getirir. İnebolu’dan Kemal Paşa’mıza çektiği telgrafta, “İtalyanlardan satın aldığım uçağı Ankara’ya gönderiyorum. Bu uçaklarla düşmana ilk bombayı atan pilotumuza 500’er lira ayrıca armağanım var” der...
Cumhuriyetimiz kurulunca da, yıkık-dökük Ankara’yı imar işinde görev alarak müteahhitliğe başlar. Bugünkü Türk Hava Kurumu binası gibi yerler onun eseridir.
Sözünü ettiğim program için ön çalışma yaparken; Nafiz Beyle ilgili kaynakları karıştırdıkça, çocuklarının olduğunu öğrendim. Yaşayıp yaşamadıklarını bilmiyordum. Fakat, belki sağ olan vardır diye, çok yoğun bir araştırmaya girdim. Sonunda hayatta kalan tek kızının izini İstanbul, Kadıköy’de buldum. Röportaj yapmak için evinin yolunu tuttum. Oturduğu ev, kot altında, tek odalı, pencesi alttan yolu zor gören, güneş almayan bir yerdi. Eve adımımı attığım andan beri içimi derin bir hüzün kapladı. Rutubet insanın yüzüne saldırıyordu. Hüzünlendim...
Kızı, 70 yaşlarında, yoksul ama gerçek bir hanımefendiydi. Bana, Atatürk’ün kahve içtiği fincandan kahve ikram etti. Yoksulluğundan hiç söz etmeden sorularımı yanıtladı. Fakat ben, içinde bulunduğu durumu değiştirecek ve onurunu zedelemeyecek bir öneri sunmaya kararlıydım. Yanından ayrılmadan “Babanız Türk Ordusuna zor günlerde hizmet etti. Bu ordu, sizin bu durumda olduğunuzu bilmiyor. İzin verin, ileteyim ve size üç öğün yemek gelmesini sağlamaya çalışayım” dedim. Bana verdiği yanıt şu oldu: “Hayır! Babamın ordumuza ve devletimize yaptıklarının diyetini kabul edemem. Lütfen böyle bir çalışma yapmayınız!”
Yanından saygıyla ayrıldım... Yıkılarak ayrıldım!
Elbette, bu özel konuşmaları yayımlamadım. Fakat Erzurum’lu Nafiz Bey’in kızının Atatürk’le ilgili sözleri yayımlanınca Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan tarihçi Öğretmen Albay Ergüder Gediz Bey beni aradı. Hava Kuvvetleri’nin tarihini yazmakla görevliymiş. Fakat Nafiz Bey’in ailesine yıllardır ulaşamıyormuş. Benim program imdadına yetişmiş... Evet! O kahramanların çocukları aç da kalsalar, babalarının hatıralarına gölge düşürmekten çekiniyorlardı! Öldüyse, Ulu Tanrı o hanımefendiyi uçmağında ağırlasın!
Esen kalın efendim.