Öfke nereye kadar!

Seçimlere“sayılı günler” kalırken, özellikle miting alanlarındaki nutuklarda heyecanın, coşkunun yerini çoğu zaman şiddetli ve ağır kelime yüklü konuşmaların aldığı görülüyor.
Böylece, kamuoyu da bundan olumsuz etkileniyor.
Artık, çok zorluklar içinde geçen günlük hayatımızda ister istemez öfkeleniliyor, fakat bazen de, sonra pişmanlık duyuluyor.
Ne var ki, öfkenin devlet kademelerinde kolayca yuvalanabilmesinin izahı gerçekten de insanı zorluyor.
Nitekim, öfkenin nelere mal olduğu, olabileceği bütün dehşetiyle yaşanıyor.
Siyasi bunalımdan mı, sosyal çöküntüden mi, yediden yetmişe çoğumuz “öfke” içinde kıvranıyor.
Daha doğrusu, çok çabuk kızıp hemen öfkeleniyor ve bir çırpıda bütün köprüler uçuruluyor.
Gerçekten de, özellikle siyasetçilerimiz ve çoğu üst düzey yöneticilerimiz, devamlı bir hırçınlık ve kızgınlık içinde bocalıyor.
Beklenmedik gelişmeler, belli ki insanımızı böyle tedirgin ediyor.
Tedirginliğin doğurduğu öfke, gün geçtikçe toplumu kemiriyor.
Zaten öfkenin, sahibine de hiçbir şey kazandırmadığı, öteden beri biliniyor.
Oysa insanoğlunun, özveri göstereceği, fedakârlık yapabileceği alanları, fırsatları olmalı.
Özellikle politik hayatımızda kendini gösteren “zaaf”, aynı zamanda ülkenin kalkınmasını, vatandaşlarımızın huzur ve refah içinde yaşamasını önlüyor.
Yıllardan beri “partizanlık” illetini aşamayan Türk siyasi hayatının içinde bulunduğu duruma göz atıldığında, yürekler acısı bir tablo ile karşılaşılıyor.
Bunca dış problemimiz ve düşmanımız varken, olayları büyütüp büyütüp kriz haline getirmemizin acı faturasını da bizzat halkımız çekiyor.
Kaynağı ne olursa, hatta iktidar hırsı olursa da öfkenin bir an önce dinmesi gerekiyor.
Ülkeyi saran bu belâdan ne kadar çabuk kurtulabilirsek o kadar mesafe alabileceğimizi söylemek için uzman veya kâhin olmak icap etmiyor.
Burada önemli olan, gerçeklerin ışığı altında olayları değerlendirip kabullenmek öne çıkıyor.
Her şeyden önce, olaylar ve sorunlar karşısında hareket kabiliyetimizi yitirmememiz, icabında frene basmamız gerekiyor.
Gerçi bir haksızlık, bir temelsiz suçlama karşısında insanın kızmamasının, sinirlenmemesinin çok güç olduğu biliniyor.
Her şeye rağmen, “öfkeyle kalkıp krizle oturan” devlet ve hükümet büyüklerimizin, tarihi sorumlulukları unutulmuyor.
Kısaca, Türk halkının öfkesini, süratle dindirmenin tam zamanı yaşanıyor.
Bu süreçte en büyük fırsat da önümüzdeki seçimler görünüyor.


“Basın Özgürlüğü”nden bahsetmek...

Geçenlerde, Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü Türkan Şoray salonunda toplanan Basın Konseyi 24. Genel Kurulu’nda ortaya atılan ilgi çekici iddialardan bazılarını kamuoyuna maletmek gerekiyor.
Ankara Barosu Başkanı Prof.Dr. Metin Feyzioğlu, yaptığı ilgi çekici konuşmada;
“(Pamuk, kavanoz, kolonya). Bu üçünü bir araya getirdiğiniz zaman molotofkokteyli yapabilirsiniz. Tamamınız ev kadınları olmak üzere terör örgütü olma adayıdır. Nasıl ki, basılmamış bir doküman, yapılmamış bir bombanın parçası olarak nitelendirilip gazeteciler zindanlara atılıyorsa bütün ev kadınları terör örgütü üyesi olma şüphesi altındadır” derken CHP İstanbul milletvekili adayı Oktay Ekşi de “Herkesin evinin buzdolabının üzerinde ihtiyaç duyulacak telefon numaraları olabilir. Benim evimin buzdolabının kapağında Prof. Feyzioğlu ile Turgut Kazan’ın numaraları var” iddiasında bulunuyordu.
Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit iletişim özgürlüğünün baskı altına girdiğini kaydediyordu.
Genel Sekreter Oktay Huduti ise “Cezaevlerinde, gazetecilik mesleği dolayısıyla 86 meslektaşımız var. Bu gazetecinin birçoğu terörle mücadele yasası kapsamında yargılanıyor. Bunun ifade ettiği tehdit anlaşılmaz boyutta. Bununla birlikte, bu yargılamaların dışında aynı zamanda tutuklu gazetecilerin dışında 2 bini aşkın dava, 4 bini aşkın soruşturma devam ediyor. Tam rakamları hiçbir şekilde veremiyoruz. Yeterli bilgi de alamıyoruz” diye konuşuyordu.
İşte böylesine iddiaların veya gerçeklerin varlığına rağmen, “Basın Özgürlüğü” nden resmen bahsetmek kimseye yakışmıyor.


Feshane’de bir “fasıl gecesi” daha!

Zaman gazetesinde bazen günde üç yazı yazarak mesleğinin keyfini çıkaran, ara sıra da sert eleştirilere uğrayan Fehmi Koru ile Yeni Şafak gazetesinin başarılı ve genç Spor Müdürü Erhan Köknar’ın öncülük ettiği “Fasıl” gecelerinden biri daha icra edildi.
Yıllardan beri, ayda bir organize edilen “Fasıl”a ünlü gazeteciler, sanatçılar ve şahsiyetler katılıyor.
“Fasıl” gecelerinden birine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün katıldığını da belirtirsek “Fasıl”ın derinliği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Gözlerimiz seçkin davetlileri süzerken önce meslektaşlarımız üzerinde gezindi.
Kimler yoktu ki;
Mehmet Barlas, Alaattin Kaya, Mustafa Karaalioğlu, Ergun Babahan, Selahattin Sadıkoğlu, Hasan Bülent Kahraman, Elif Çakır, Mürselin Tan ve Engin Köklüçınar başı çekiyordu.
İş dünyasından ise sadece Metin Yurdagül, Nail Keçili, Numan Ceylan, Erman Yerdelen, Refiyi Portakal ve Bircan Eresin yer almıştı.
Atilla Koç, Candan Karlıtekin, Nevzat Bayhan, Bülent Öztürkmen ve makamının hakkını layıkla veren THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu salona ağırlıklarını koymuşlardı.
Feshane Sadabat Salonu’ndaki doyumsuz musiki ziyafetinde Serhanende Adnan Çoban’ın yönetimindeki “Fasıl” heyeti “Uşşak Faslı” sundu. Fasıl saz heyetinde İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı Öğretim Görevlisi ve Sabancı Korosu Şefi Yeşim Altınel Çoban, Prof. Ahmet Rasim Küçükusta gibi isimler yer alırken solistler arasında Adnan Çoban, Samime Sanay, Melihat Gürses, Jülide Sezen ve Yaşar Özel dinleyenleri kendinden geçirirken, bütün şarkılara eşlik edildi.
Dört saatten fazla süren gecenin bir bölümünde İskender Pala’nın bir mısra üzerine yaptığı yorum ilgi uyandırdı. Faslın sonuna kadar bekleyemediğimiz için ve Feshane tesislerinin artık eskimeye yüz tuttuğunu görmekten üzülürken her fasıl gecesinde olduğu gibi ev sahipleri konumundaki Fehmi Koru ve Erhan Köknar’ı kutlamaktan kendimizi alamadık.


BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

İki kanal birbirine çok yakın!

Gemilerin, Panama Kanalı’ndan geçmemeleri halinde 400 bin dolar daha fazla yakıt yakarak Güney Amerika’yı dolaşması gerektiğini...
Süveyş Kanalı’ndan vazgeçmemeleri için de 300 bin dolarlık yakıtı göze alacaklarını ve Afrika’yı dolaşma zorunda kalacaklarını...
Mesine Kanal’ından seyretmemeleri halinde ise en az 80 bin dolar masrafa girmeleri ve Mora yarımadasını dolanmaları mecburiyetinde olduklarını...
İstanbul Boğazı’nın 29 kilometre, Kanal İstanbul’un ise en az 45 kilometre ve birbirlerine 50 dakikalık mesafe kadar birbirlerine yakın olduklarını...

ABD gemilerini Karadeniz’e bu kanaldan mı geçirecek?

20 Temmuz 1936’da SSCB ile Türkiye arasında imzalanan Boğazlar Sözleşmesi’ne göre, trafiğin düzenlendiği İstanbul Boğazı’ndan, 20 yıl kadar önce ABD’nin gemilerini Karadeniz’e yollamak isteğine, şimdiye kadar anlaşma gereği engel olunduğu, ancak Kanal İstanbul’un yapımından sonra bu isteğin yerine gelebileceğini...
Veya aksine, Rusya’nın Kanal İstanbul’un çok kullanarak, bir çeşit “yüzen boru hattı” kurma gibi girişimlerde bulunabileceğini...

Yazarın Diğer Yazıları