Odada 4 kişi konuştular.
Bu 4’lüden biri sızdırdı.
O birinin, vicdanı elvermedi.
Vatan sevgisi hudutsuzdu.
Suriye’nin bataklık olduğunu ve Ortadoğu coğrafyasında “iflah olmaz Şii-Sünni çatışmasında Türkiye’yi Sünni kuşağın (Müslüman Kardeşler) destekçisi yapalım” diye ham hayaller kurarak Türk Ordusu’nun bu bataklığa çekilmesinin tarihi bir hata olacağını biliyor. Başbakan’ın ve yakın çevresinin “iktidar şehvetine” araç olacak bu hileyi açık etmek istedi.
Türk halkını uyarmak gerekliydi.
Sızdırma projektör oldu.
(...)
Dinleme, sızdırma işlerinden anlayanların altını çizdiğine göre “O 4 kişinin bir odada yaptığı konuşmaları” kayda alma beceresi Fethullah Gülen’in örgütünü çok aşar.
Dinleme hep vardı.
Menderes döneminde, Demirel döneminde, Özal döneminde, Ecevit döneminde, askerler darbe yaptıklarında da “Türkiye devletinin en yüksek kademesi” büyük devletlerin istihbarat örgütlerince hep dinleniyordu.
Dinleme gizli kalıyordu.
İlk defa sızdırıldı.
Belki de sızdıran NATO oldu.
NATO başından beri “Türkiye hileli tecavüzlerle kendisini Suriye ile savaşa sokarsa arkasında NATO’yu bulamaz” tavrını sürdürüyor.
NATO, ABD demektir.
***
600-700 yıl önce bile Osmanlı Padişahı ile Sadrazam, konuştukları odada mutlaka bir çeşme bulunduruyorlar ve önemli kararlar alırken çeşmeyi açıp su sesiyle dinlemeyi önlemeye çalışıyorlardı. Daha sonra teknoloji gelişince dinleme ve sızmaya önlem olarak; “Güvenlik Odaları”, “Sesiz Odalar”, “Karıştırıcılar” ve “Odada oturarak değil ormanda yürüyerek konuşma” bulundu. Bu dört önlemi de almayıp devlet sırrının sızdırılmasına neden olanlar mahkemelerde yargılandı. Alman Başbakanı WillyBrandt’ın sekreteri hanım önceki başbakanın da sekreteriydi. Yani onu sekreterliğe WillyBrandt getirmiş değildi. Sekreterin Doğu Almanya casusu olduğu ortaya çıktı. Buna rağmen WillyBrandt, “devlet sırrının sızdırılması benim sorumluluğum” diyerek istifa etti. Odasındaki konuşmalar sızan bizim Dışişleri Bakan’ı Davutoğlu, “Alçak, Vatan Haini” diye günah keçisi arıyor. Yuttur gitsin.
Necati Doğru/Sözcü
Ne kolay şey başkalarının çocukları üzerinden sevmek vatanı!
(...) Çocuklar kıymetli, evet...
Zaten dördü de evlat sahibi.
Davutoğlu’nun 4, Fidan’ın 3, Sinirlioğlu’nun 2, Güler’in 1 çocuğu var.
Hepsini Allah bağışlasın...
Dört devletli, dört baba: O ilk göz aydınını aldıklarında mutlaka sevinçle aydınlanmıştır yüzleri.
Geceyi hançer gibi yırtan “gaz sancısı” feryatlarında, karizmamarizma düşünmeden kollarına alıp avutmuşlardır.
İtiraf edememişlerdir; huzurla uykuya dalmış bir bebeğin yaşattığı zafer duygusunun, memleketin âli menfaatleri için planlanan bir operasyon anındaki zafer duygusunun fersah fersah önüne geçtiğini.
Ya on aylıkken evin salonunda attığı ilk adımı gördükleri anın hazzı? Emirlerindeki birliğin uygun adım askeri yürüyüşüyle kıyaslanabilir mi?
Peki nerede yaşanıyor o kırılma? Hangi anda sıfırlanıyor kişisel tarihler?
Baba olmamış, evladının üzerine titrememiş, bir çocuğun nasıl büyüdüğünden habersizmiş gibi sanki; başkalarının evlatlarını muhtemel “zayiat”, yoksul insanların çocuklarını “envanter” sayma eşiğine nasıl geliyorlar, gelebiliyorlar akıl sır ermiyor...
Oysa ermeli.
***
İnsanın kanını donduran o uğursuz konuşmaların yarattığı ilk etkiler, böyle naif sorular sordursa da ermeli.
Bir an bile ana-baba olmanın, bu sıfatı taşıyan herkesi kafadan “merhametli” kıldığı yanılgısına düşmemeli.
Ne ana-baba olmak verili merhametin garantisi ne de olmamak bir yoksunluk.
Başkalarının çocuğu üzerinden “ulusal güvenlik” , başkalarının çocuğu üzerinden “âli menfaatleri” , “vatan sevgisi” , kirli savaş planları, bu toprakların bugünkü sorunu değil.
(...) Devlet kuramlarında “modern devlet” i öncekilerden ayıran bu ironik tekel, gerçek demokrasilerde, diğer aygıtlar sağlıklı çalıştığı için bir vahşete dönüşmüyor.
Aradaki fark bu.
Çiğdem Toker/Cumhuriyet
Kızım sana söylüyorum; gelinim sen anla...
En büyük iyilik yargılatmak olur
Bir zanlıya veya şüpheliye yapılacak yardım, onun yargılanmasını sağlamaktır. Suçluyu “grubumuza gölge düşürür” diye hukuktan kaçırmak gruba en büyük zararı verir. Müslüman ahlak ve adaletin yanında yer alır; çünkü Tevhid inancının esası ahlak ve adalettir.
Ali Bulaç/Zaman
Casus var
(...) Asıl mesele şudur: Dışişleri toplantısında ortam dinlemesi yaparak bunu servis edecek cesareti kendinde bulanlar sırtlarını acaba hangi dış güce dayamışlar da bu kadar etkin ve pervasız olabiliyorlar?.. Nasıl bir örgütlenmedir bu?..
Daha da vahim soru var ki; “Devletin sırlarını da kapsayan kasetler yalnızca kumpasçıların elinde mi?..”
Ne yani, Türkiye düşmanlığı için pusuda bekleyenler de bu ses kasetlerini uluslararası arenada, Ankara’ya karşı bir silah olarak kullanmayacak mı?.. Ne yazık ki bu kadar ihanet varken, kullanacakları zaman da gelecektir...
(...) ne yazık ki Türkiye, dincilerin egemenlik kavgası adı altında sırtından hançerlenecek kadar zavallı konuma da getirilmiştir... Yazıklar olsun!..
Mehmet Faraç/Aydınlık
He he; öyle...
Habertürk’ün “kurucu genel yayın yönetmeni” Fatih Altaylı, dünkü “veda değil” dediği veda yazısıyla, başında bulunduğu gazeteye veda etti!
Gerekçesi;
1.Gazeteciliğin onun bildiği gazetecilik olmadığı günlere gelinmesi...
2.Militan gazetecilik dönemine girilmesi...
3.Ortamın “Serseri ve özgür ruhu”yla çelişmesi...
Yalan yok, Fatih Altaylı deyince, herkes “ak” derken “karaaaa” diye bağırdığı anlardan kalan hoş sedalar yok değil hafızamda. Hatta hayli fazla. Ve fakat;
Yer gök “Alo Fatih” diye inlerken, gazetecilik senin bildiğin gazetecilik miydi yani?
Herkes istifa etmeni beklerken, ekrana çıkıp da “Ben gidersem gazete kalır mı emin değilim... Benim yerime Mehmet gelir de ’bu arkadaşla çalışmam’derse, 400 tane gazeteci işsiz kalmayacak mı...” diye duygu sömürüsü yapmayı, “kendini feda eden adam”ı sahnelemeyi sen tercih etmedin mi?
“Zaten 5 yılın sonunda ayrılacaktım” hikayesine kim inanır şimdi?
Bir de, iktidarın bir “gezi”ci canavara dönüştüğü günlerde, Başbakan’ı ekrana çıkarıp orantısız propagandaya imkan veren kimdi? O gün eleştiriler karşısında Başbakan’la ilgili olarak “secde bile ederim” dedikten sonra “militan gazetecilik”ten yakınıyor olman da -kabul et- komik ötesi!
Ha son bir çift lafım eksik kalmasın;
O nasıl bir serseri, nasıl bir “özgür” ruhtur ki, ifade, iletişim gibi anayasal hak ve özgürlükleri hedef alan “yasaklar”ın ayak sesleri duyulurken, “twitır cıvıtır” deyip iktidarın baskıcı tutumunu destekledi?
Anadolu’yu gezerken pek muhatap olamamıştık, şeytan işte, seçim yasakları dolayısıyla boş kaldığımı görünce geldi buldu beni. Diyor ki;
Seçime bir kala istifa ettiğine göre, anketlerin manipüle edilmemiş halinde durum vahim galiba... Gemiden kaçan kaçana...
Başımıza geleceği bilelim de...
(...) MİT Kanunu ile birlikte Türkiye, eski Baas rejimlerine benzer bir istihbarat devletinedönüşecek.
Ve o MİT’in başında “Gerekirse adamlarımı gönderir, boş alanlara sekiz füze attırırım” diyerek “savaş için gerekçe üretmeye hazır” bir yönetici var.
Bunu düşünebilen bir yöneticinin başında olduğu istihbarat örgütünün yetkilerinin artmasının, yargının denetiminin dışına çıkarılmasının yol açabileceği sorunlar, hepimizi ürkütmeli.
(...) Demokrasinin olanaklarından yararlanarak iktidara gelenlerin, otoriter bir tek adam yönetimi peşinde olduklarını gördük.
(...) çoğu okuyucunun içini kararttığımın farkındayım.
Ama ne ile karşılaşacağımızı bilelim ki demokrasimizi, bu ülkede yaşama hakkımızı, yaşam biçimimizi seçme hakkımızı, söz söyleme özgürlüğümüzü korumaya ve yolsuzluklardan arınmış temiz bir kamu yönetimi talebimize daha çok sahip çıkabilelim.
Mehmet Y. Yılmaz/Hürriyet
O reklam gerçek olsun; TOMA’lar saldırmazsa namerdim...
(...) Eldivenli, yüzü gözükmeyen kötü adam bayrağın ipini kesince, bin kişi koşuyor reklamda... Direğe tırmanıyor kalabalık...
Bayrağın ipini tutuyor en üstteki...
(...) Dağlara yapılmış ay yıldızlı bayrakları ben kazıttım çünkü...
Bayrak sallayanların davaları devam ediyor... İnsan utanır...
Bayrak satıcısının elinden bayrakları alınırken çekilmiş fotoğraf kaç ödül aldı, bilmiyorlar tabi... Bayraklarını vermek istemeyen o yaşlı adamın gözlerindeki korku ve ağlayış tarihe geçti...
Hadi geçmişi unuttuk diyelim...
O kadar kalabalık bir bayrak alıp da çıkın Taksim’e göreyim...
Tomalar ve gaz silahları ile saldırıya geçmezlerse, namerdim... (...)
Bekir Coşkun/Sözcü
Sır tutamamanın cezası
Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye’deki savaşa ait konuşmaların gizlice kaydedilmesini “savaş ilânı” diye niteledi. Hiç mantıklı değil.. Bütün devletler casus beslerler. Görevleri de gizli bilgilerin mümkün olan en fazlasını elde edebilmektir.
Sırlarımızı koruyamamanın cezası kapatmak değildir.
Twitter ve YouTube gibi müthiş araçları korumayı başaramadığımız devlet sırlarının muhafızı gibi davranmaya mecbur edemeyiz!
Güngör Mengi/Vatan
Dünyanın en şeffaf istihbarat örgütüne sahibiz...
Dünyanın açık ara en şeffaf istihbarat örgütüne sahibiz. Bugüne kadar neyi gizli tutmaya çalıştıysa yayımlandı. Buna rağmen MİT Müsteşarı’nın görevden alınmamasından anlıyoruz ki iktidar bu şeffaflık politikasını bilerek ve isteyerek uyguluyor. Yoksa gizli işler çevirmesi gereken bir kurumun her şeyinin ortaya döküldüğü dönemde kurumun başında yer alan kişi ve kişiler herhalde en azından işlerinden olurdu. (...)
Özgür Mumcu/Radikal
MİT’in elleri armut mu topluyor?
Allah aşkına vatandaşların vergisi ile ayakta duran MİT ne işe yarar?
Başbakan’ın özel dedektiflik bürosu olmaya mı... Evet hayali istikametlere, karanlık boşluklara, adressiz isimlere, isimsiz adreslere “hain” diye bağıralım da...
Bu hainleri her yerde elini kolunu sallayan cirit erbabı haline getirenlerden hiç mi hesap sormayalım...
Ertuğrul Özkök/Hürriyet
Göreceğiz kim kimin biletini kesecek
“ABD’de El Kaide’ye bağlı bir TV kanalı ve gazete olamayacağı gibi Türkiye’de de bundan böyle paralel terör örgütünün herhangi bir basın yayın faaliyeti olamaz. Artık deniz bitmiştir.”
Başbakan’ın ağzına ayarlı bir gazetede yayınlandı dün bu satırlar. Ve dahası var;
“Biletleri kesilen”, Nazlı Ilıcak, Cüneyt Özdemir, Aslı Aydıntaşbaş ve Ahmet Hakan türlü “hakaret” eşliğinde “anaakım”dan “marjinalmedya”ya, yani “bizim mahalle”ye postalandılar!
Doğan, Ciner ve Demirören gruplarında “meşruiyetleri” kalmayan bu isimler, bundan sonra Türkiye’de ancak Sözcü, Yurt, Cumhuriyet Aydınlık, Yeniçağ ve Sol’da yazabilirmişler.
Allah muhafaza(!)
İşin şakası bir yana, bugün kim kimin biletini kesecek belli mi acaba! Öyle her iştaha gelenin duası kabul olsaydı, çoktan gökten kemik yağardı kafamıza!
Savunmaya son balyoz
Balyoz, Askeri Casusluk adı altında yürütülen davalar operasyonu en büyük darbeyi savunma sanayiine vurdu. Özellikle Deniz ve Hava Kuvvetleri çökertildi.
Savunma Sanayii’nin başında 10 yıldır Murat Bayar vardı. Balyoz davasında tutuklanmaktan kıl payı kurtulduğu söyleniyordu. Dün, hem de Türkiye’nin Dışişleri’ndeki dinlemeden sonra “casusluğu” tartıştığı bir günde göreden alındı. Yine ilginç bir tesadüf, Murat Bayar Katar’da Uluslararası Denizcilik ve Savunma Fuarı’ndaydı. Burada yaptığı konuşmada, “İlk hedefimiz, Çin ile uzun menzilli hava savunma füzesi sistemi konusunda görüşmeleri tamamlamak ve sözleşmeye varmak” dedi.Bilindiği gibi, ABD Çin’le bu anlaşmanın yapılmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Gel de Murat Bayar’ı “füze” gibi kim uçurdu diye sorma...Ya da Savunma Sanayii’ne son “balyoz”mu indirildi deme...
Müyesser Yıldız/facebook.com
Yavru emperyalist(!)
Amerika Vietnam savaşına girmek için hem dünya kamuoyunu hem ABD kamuoyunu ikna etmek zorundaydı. Bir sabah gazetelerde haber patladı. Habere göre Kuzey Vietnam devriye botları Tonkin Körfezi’nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi “Maddox”a ateş açmıştı. ABD bu yalan gerekçeyle Vietnam savaşını başlattı. Irak savaşını da Saddam’ın kitle imha silahları yalanına dayandırdı.
ABD böyle hileler yapar. Ama o ABD’dir... Dünya ülkeleri inanmasa da güç korkusuyla inanmış görünür. Ama aynı oyunu bir küçük ülke oynarsa durum değişir. Hem eleştirilir. Hem yarın bir gün gerçekten saldırıya uğrarsa bu defa dünya kamuoyu “Bunlar kendi kendini bombaladı” diye sırtını döner.
Melih Aşık/Milliyet