Kültür, Saray ve gurur...
Cumhurbaşkanlığı Sarayı için çok söz söylendi. Acı gerçek şu ki; kendi uçağını yapamayan; ileri teknolojiyi üretemeyen bir Türkiye’nin yöneticileri, böylesi gösterişlerde bulunma hakkına sahip değildir! Yeri gelmişken ifade edelim; Çamlıca’daki caminin ’devlet parasıyla’ yapılışı da hoş değildir. Oysa ‘Biz Osmanlı olacağız’ diyorlar... Ama Osmanlı, İstanbul’daki o ‘Selâtin’camilerini devlet parasıyla yaptırmadı! O camileri; Padişahlar, vezirler veya aileleri kendi paralarıyla yaptırırdı... Cehaletin görkemlisi, ancak böyle olur sanırım!
Benim ‘Molla Kasım’ım sevgili Nazan Sezgin; Tarihçi ve Akademisyen Fahriye Emgili Hanımefendi’nin - ‘Saray’ yapım aşamasındayken- ibretlik bir yazısını göndermişti. O yazıyı okuyalım efendim:
“Ortadoğu’nun en önemli devleti İslam İmparatorluğundan sonra, Osmanlı İmparatorluğu idi. Her adımı, dünya tarafından izlenirdi. Avrupa saraylarında Osmanlıca (Türkçe) öğrenmek, bugün İngilizce, Fransızca, Almanca, Japonca öğrenmekten daha itibarlı bir sosyal mevki yaratıyordu insanlara.”
“Osmanlı kültürü, Osmanlı yemekleri modaydı. İmparatorluk, umursamazlıkla önce Fransızlara, arkasından bütün Avrupa devletlerine -bayramda komşu çocuklarına şeker dağıtır gibi- kapitülasyonlar verince, ekonomisi gün be gün geriledi... Bu yetmedi, Avrupalının kültürel ve siyasi baskılarına maruz kaldı. Giderek Avrupa etkisi, Türk zevkini biçimlendirmeye başladı. Bu etki mimaride de gösterdi kendini. Dolmabahçe, bu kültürel etkilerin, nereye yöneleceğini, nerede duracağını bilememenin; gösterişi öne çıkaran, zevk bakımından zaaflar taşıyan eseridir. Çünkü mimari, doğası gereği, bir toplumun kendisini nasıl gördüğünün aynasıdır. Mimari eserlerde, o eseri yaratan insanların zevkinin, hayat anlayışının, ideolojisinin, hayat biçiminin yansımaları görünür. Mısır’ın piramitleri, Türklerin Kurganları, New York’un gökdelenleri, onları yapanların zevklerini olduğu kadar, güçlerini de ifade eder; Osmanlının Camileri, sarayları gibi...”
“Osmanlı Camilerini inceleyenler, onlarda, kendine güvenin, dayanıklılığın, genişleyen müreffeh bir yaşamın, gücün zarif ve alçak gönüllü yansımalarını görür. Osmanlı sarayları ise, bu güven ve refaha eklenmiş ince bir estetiğin ve sağlamlığın sembolleri gibidirler. Örneğin Topkapı Sarayı, geniş bir alana yayılmıştır; fakat asla gösterişli değildir; işlevseldir, sağlamdır; ama hiçbir yanında görgüsüzlüğün izi yoktur.”
“Osmanlının külleri üzerine kurulan Cumhuriyetin başkenti Ankara’da şimdilerde yeni bir saray, yani ‘Ankara Topkapısı’inşa edilmektedir. 1000 odalı saray, sadece oda sayısı ile bir gösterişi ifade etmekle kalmamakta; fakat Osmanlıya alternatif yaratmaya hatta onu reenkarne etmeye çalışmaktadır.”
“Evet, Topkapı, geniş bir alana yayılmış, saray olarak yaşamsallık örneğidir; Ak Saray; alternatif, reenkarnasyon duygusu ile belli ki kendisine müştemilat arayacaktır. Bu tamamlayıcı yapılar yükselirken kim bilir daha ne kadar da ağaç yok edilecektir. Ağaç kıyımını bir yana bırakalım; (Topkapı’yı yapanlar; ormanlardan bir dal kesenin kolunu keseceğini söylemişti) yaptıranların ifadesine rağmen milletin sembolü olamayacak. En çok da Osmanlının son döneminde gördüğümüz nereye gideceğini bilmeyen kültürel tereddütlere benzer çizgileri ile Osmanlı mı, Selçuklu mu, Cumhuriyet mi olduğu belirsiz zevk karmaşası yapısıyla, kimliksiz bir gururun ifadesi olacaktır. Anımsayalım ki Topkapı sarayını yaptıran, Osmanlı Beyliği’nden bir imparatorluk yaratmış olan Fatih ve halefleri; saraydan her çıkışlarında, kendilerine; “Padişahım, mağrur olma, senden büyük Allah var! dedirtirlerdi. Bu söz, Allah’tan sonra ’en büyük sensin’imasının ötesinde, gururun ne kadar kötü bir ruh hâli olduğunu anlatırdı. Ne yazık ki Ak Saray’a yerleşenler, bunu bile dedirtmeyecek bir gururu yaşıyor. Allah sonlarını hayreylesin!
Sayın Fahriye Emgili Hanımefendi’ye; nezaketle yoğrulmuş bu harika ‘dersi’ için teşekkür ederim.
Esen kalın efendim.