HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (27 Kasım 2013)

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ... (27 Kasım 2013)

HANÇERDEKİ PARMAK İZLERİ...

SELCAN TAŞÇI, KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...

Ronald Reagan’ın, Yahudi asıllı Savunma Bakanı Casper Weinberger liderliğindeki, Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi “sabıkalı” isimlerden kurulu Pentagon kadrosu tarafından uygulanan “Yeni Wilsonculuk” politikasının ayaklarından bir tanesi de “Kürdistan” dı. “Neo-con” ların “böl-parçala-yönet” hevesi; yıllar sonra, Irak’ın işgali sırasında çok sayıda karikatüre de konu oldu.

NEO-CON’ların dünyayı dönüştürme planları

ABD’nin Yahudi Asıllı Savunma Bakanı Weinberger’in, “Karanlıklar Prensi” olarak bilinen Richard
Perle ve Paul Wolfowitz gibi isimlerden oluşan Pentagon ekibi, Irak Kürtleri ile İsrail arasında örtülü bir ittifak inşa ederken, eş zamanlı olarak TSK’ya dönük “dayatmalar dönemi” de başlıyordu

1980 sadece Türkiye değil ABD için de “değişim” yılı oldu. Ronald Reagan’ın 4 Kasım 1980’de yapılan seçimlerde elde ettiği ezici üstünlük başkanlığın yanı sıra 28 yıl sonra ilk defa Senato’nun da Cumhuriyetçilerin eline geçmesini sağladı.


Yeni muhafazakarlar işbaşı yapıyor

Reagan’ın kadrosundaki isimler ufukta bir “neo-con” (neo-conservative/yeni-muhafazakar) dalgası olduğunun işaret fişeği gibiydi. Türkiye’ye Orta Doğu’da biçilen rolün de temeli olan birçok kavram, özellikle Yahudi asıllı Savunma Bakanı Casper Weinberger’in Richard Perle, Douglas Feith, Harold Rhode, Elliot Abrams ve Paul Wolfowitz’li Pentagon ekibi öncülüğünde oluşturulacaktı.
Tam bu noktada, Weinberger’in uzun yıllar “Gizli Dünya Devleti” yahut “Yeni Dünya Düzeni’nin Derin Devleti” kabul edilen ve Türkiye’de AKP’nin kuruluşundaki rolüyle yeniden tartışılmaya başlanan CFR (Council of Foreign Relations / Dış İlişkiler Komitesi)’nin üyelerinden biri olduğunu da hatırlatmalı. Dünya çapında finans, politika, medya, istihbarat servisleri, teknoloji ve üniversite çevrelerinde tam manasıyla bir “ağ” ören CFR’nin, ABD’nin (Rockefeller ailesine ait Gulf and Standard Oil’in yüksek menfaatleri uğruna) 2. Dünya Savaşı’na girmesinde, İran’da Musaddık’ın (yine petrol şirketlerinin çıkarlarıyla çatıştığı gerekçesiyle) devrilmesinde, Güney Amerika ülkelerindeki darbelerde yönlendirici olduğu biliniyor.

Wilson’un bıraktığı yerden...

“Amerikan değerlerini muhafaza” ilkesiyle yola çıkan “neo-con” ların, içeride “dindarlık ve milliyetçilik” üzerine kurguladıkları politikanın taarruz hedefinde, dünyanın başka coğrafyalarındaki “dindar” ve “milliyetçi” kitlelerin yer alıyor olması manidardı. “Zafer”e giden yolda “neo-con”lar için olmazsa olmaz olan teknoloji ve yüksek savunma harcamaları ile desteklenen “silahlanma”ydı. Beyaz Saray’da etkin olamadıkları dönemler de Foreign Affairs, Heritage Foundation, Jewish Institute for National Security Affairs gibi kuruluşlar eliyle “iç ve dış düşmanlarla çevrili bir toplum algısı” inşa etmeyi başaran “neo-con”lar, kullanılmayan gücün bir anlam ifade etmediğine inandıklarından “ABD’nin gücünü tüm dünyaya ispat etmesi, hegemonyasını hâkim kılması gerektiğini” savunuyorlardı. Hedef “Yeniden Amerikan yüzyılı” ydı!
Bunu engelleyebilecek her türlü söylemi, girişimi, ülkeyi, “küresel tehlike” olarak tanımladıkları için lügatlerinde “anlaşma”ya yer yoktu; her koşulda tek metot “müdahale” olacaktı. Bu arada bir de “önleyici müdahale” kavramı ortaya çıktı; artık ABD’nin harekete geçmek için bir “saldırıya uğramasına”da ihtiyacı kalmamıştı! (Türkiye, Süleymaniye’de Amerikalı işgalciler tarafından Türk askerlerinin kafasına çuval geçirilen olayda “önleyici müdahale”yle onursuz bir biçimde tanıştı...)
“Yok etmeye” dönük bu yeni stratejinin bir diğer önemli ayağı “Yeni Wilsonculuk” olarak adlandırılan “değerler ihracı”ydı; “neo-con”lar bütün dünyayı kapsayan bir “dönüşüm projesi”nin uygulayıcılarıydı.


TSK ile ABD’nin “Karşılıklı Anlayış”ı

ABD’nin 1980’lerin ilk yarısındaki en stratejik “önleyici dokunuşu” PKK’nın Bekaa’ya yerleştirilmesi oldu. “Türk Ordusuna Balyoz” kitabında konuya değinen Emekli Orgeneral Ergin Saygun, bu olayı ABD’nin Türk birliklerini Körfez bölgesine yığabilmek için bir “tehdit” yaratmaya ihtiyaç duymasıyla ilişkilendiriyordu:
“1975 yılında (...) Helsinki Nihai Senedi imzalandı. (...) Buna göre Avrupa ülkeleri sınırlardan 200 km’yi kapsayan bir bölge içerisinde birbirlerine doğru olan intikallerini, birliklerin garnizonlardan çıkışlarını ve garnizon dışı faaliyetlerini bildireceklerdi. (...) Türkiye’nin Avrupa ülkesi olmayan İran, Irak ve Suriye ile de sınırları olduğu için bu ülkelerden 200 km mesafeyi kapsayan bir alan bildirim dışı bırakıldı. Yani Türkiye; İran, Irak ve Suriye ile komşu olan bu geniş bölgeye istediği miktarda birlik ve silah konuşlandırabilecekti. (...) SSCB’nin İran’la beraber Körfez bölgesine müdahale etme ihtimaline karşı çaresiz kalan Batı ve ABD için bu durum yeni bir fırsat yarattı. Bu bölgede hatırı sayılır bir askeri güç toplanabilirse, Basra Körfezi bölgesine müdahale edebilecek Sovyet birliklerinin “yanını” tehdit edecekti. Tamamen TSK’dan oluşuyor olsa da bu güç bir NATO kuvveti olacağından, sağlayacağı caydırıcılık nedeniyle Sovyetler muhtemelen bu kuvvete “bulaşmaktan” kaçınacaktı. Bu suretle Türkiye, ABD Körfez bölgesinde gerekli tedbirleri alıncaya kadar gerekli olan zamanı kazandıracaktı.
Ancak bu bildirim dışı bölgeye çok sayıda Türk birliğinin gelmesini sağlamak için bölgede yeni bir tehdit yaratmak gerekiyordu. Bunun için ise, Bekaa Vadisi’ndeki PKK devreye sokuldu.”
PKK’nın hayatımıza kanlı girişiyle eş zamanlı olarak, 1980’lerin ilk yıllarında, ABD Savunma Bakanlığı da “Batı’nın çıkarlarını korumak gerektiğinde Orta Doğu’ya müdahale edebileceğini” duyuruyordu. Bir NATO brifinginde tebliğ edilen bu karar, ABD’ye Avrupa’nın savunması için NATO’ya tahsisli kara-deniz-hava birliklerini kendisi için kullanma ayrıcalığı veriyordu.
1981’de Savunma Bakan Yardımcısı olan “neo-con” Perle’ün ilişkilerini geliştirmeye giriştiği kurumlardan ilki hiç şaşırtıcı olmayan biçimde Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. “İlişki” ifadesine aldanmayın, süreç Pentagon’un dayatmaları ve Genelkurmay’ın kabulleri biçiminde ilerliyordu.
Perle, 29 Kasım 1982’de Brüksel’de 12 Eylül darbecisi heyet ile “Memorandum of Understanding (Karşılıklı Anlayış Belgesi) i imzaladı. Anlaşma, Türkiye’deki 10 Amerikan üssünün yenilenmesini, Batman ve Muş’ta da iki yeni üs kurulmasını öngörüyordu. Bunu 1983 yılı Eylül ayında Amerikan General Dynamics şirketiyle imzalanan “160 adet F-16 savaş uçağının ortak üretimi” projesi takip etti.


Teröristler için Barzani köprüsü

Washington-Ankara trafiğinin hızlanmış göründüğü bu dönemde ABD’lilerin bir eli de hemen dibimizde Irak sınırına yığılan PKK’lı teröristlerin üzerindeydi. Tam da Yahudi kökenli “neo-con”ların işbaşı yaptığı günlerde Irak Kürtleri ile İsrail “ortak çıkarları”nı keşfetti. Yeni sürecin kilit ismi Barzani’ydi. Nitekim, ABD ile Irak arasında “diplomatik ilişki”nin bulunmadığı 1983 yılında Bağdat’taki Belçika Büyükelçiliği’nin Amerikan görevlisi William Eagleton, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’de cirit atmakla kalmıyor, “Kürt kilimleri üzerine kitap yazmak ve Kürtçeyi incelemek” bahanesiyle girdiği Barzani kamplarında da PKK’lılar ile “iyi ilişkiler” geliştiriyordu. Öte yandan, PKK ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında imzalanan “dayanışma protokolü” çerçevesinde, PKK, bugün AKP’nin en kıymet verdiği müttefiklerinden olan Barzani sayesinde, saldırıları için kullanacağı “Irak- Türkiye geçişi” ne kavuşmuş oldu.


“Irkçı örgüt”ün ciğerini biliyorlar

PKK, Türkiye’nin sorunuydu ama Washington terör örgütü hakkında Ankara’nın sahip olduğundan çok daha fazlasını biliyordu. CIA “The PKK: Insurgents Who Use Terrorism” başlıklı raporunda “PKK’lı teröristler Güneydoğu’da hükümet yetkililerine köy korucularına onların ailelerine, öğretmenlere ve okullara saldırıyor” diyerek terör örgütünü “IRKÇI” olarak tanımladı. Dahası PKK’nın saldırılarını büyük kentlere yayacağı öngörüsü de ilk kez bu raporda yer aldı.
CIA 5 Mart 1984 tarihli bir başka çalışmasında “Türk Güvenlik Güçleri” ni adım adım takip ettiğini ortaya koyuyordu:
“Türk Güvenlik Güçleri, Irak ve Suriye sınırları boyunca önlemleri artırıyor. Komando birlikleri, Kayseri’den sınır bölgesine kaydırıldı. Geçen yaz Suriye sınırı boyunca tel örgü yapılmasına başlandı. Aynı bölgeye 36 askeri gözetleme kulesi ve 15 küçük askeri istasyon yapıldı.
Ek olarak Siverek yakınında yeni bir komanda üssü ve eğitim tesisi yapıldı. Bu komando birliği Suriye’de ya da Suriye sınırı boyunca operasyon yapabilir. (...) Son zamanlarda Irak’ın Kürtlere özerklik vereceği yolundaki söylentiler ve bunun Türk Kürtlerini de etkileyebileceğinden duyulan kaygı, Türk Kuvvetlerinin hareketini tetiklemiş olabilir. Kürt ayrımcılığı ve sınır boyundaki Türk kuvvetlerine yapılan taciz Ankara için sorun oluyor. Irak’ın İran’la savaşması Kuzeydeki Kürtler üzerindeki denetimi azalttı. Bu nedenle Bağdat geçen ilkbaharda Türklere Irak’ta operasyon yapması için izin vermiş olabilir.”

YARIN: ÖZAL’IN RIZASI İLE “KÜRDİSTAN”