30 Ağustos beni gene üzdü
Bugüne kadar 30 Ağustoslarda heyecanlanır ve hüzünlenirim hep. Nedense, 30 Ağustoslar beni olması gerektiği gibi sevindirmez, aksine hep içime bir sıkıntı çöker. Çünkü ben de genç bir harbiye öğrencisi olarak o tür törenlerde çok boy gösterdim. Ben de bandonun çaldığı marşla uygun adım ayakkabılarımı parçalarcasına çok rap rap yürüdüm. Pırıl pırıl aslan gibi çocuklarımız, Harbiyeliler, genç subaylar aslında ardımızda bıraktığımız veya bırakacağımız en değerli mirası koruma gibi mukaddes ve ağır bir görevin sorumluluğu altında yürürler.
Bu yılki 30 Ağustos törenlerini izlerken ise bir başka, bir kat daha üzüldüm, bir başka kederlendim. O mukaddes görevi üstlenen gençler, görevlerini başkalarına satmaya çalışan bir grubun önünden saygı ile geçiyordu. Kim bilir kaçı mayına basacak, kaç tanesi Apo’nun itlerinin kahpe kurşunu ile yaşamını kaybedecekti. Hani şu ellerindeki kanı bize yalatmak için yedi düvelin seferber olduğu katil sürüsünden söz ediyorum. Kaç ana babanın yüreği dağlanacak, kaç gelinin yastığı boş kalacaktı. İşte bunlara üzüldüm ben.
Vatan savunması mukaddestir. O yüzden asker şehit mertebesine erişir. Şehit cenazelerine bile gitmeyen kişiler, bunu kabullenmek zorundadır. İyi de, ya savunulacak vatanı birileri bölmeye çalışıyorsa. Ve de bunlar içimizden birileriyse. Ne diyeceksiniz o zaman. Kime şikâyet edeceksiniz halinizi. İşte bu yüzden üzüldüm. O geçit resmini izleyenler bana göre o kadar o zaferin havasından uzak, o kadar kendi havalarındaydılar ki. Saklayamadılar bile.
Benim törende dikkatimi çeken ama belki sizlere ufak ayrıntılar gibi gelecek bazı noktalar vardı. Sancaklar geçerken sancakların ne anlama geldiğini bilemeyenler, otursun mu, yoksa ayağa mı kalksın karar veremediler. Kendilerince belki de haklıydılar. Onların ordusu başkaydı. Onlar kendilerine polislerden ordu kurmuşlardı. Onlar orada benliklerini buluyorlardı. Burada rahatsızdılar. Sesleri cılız, bakışları bana göre ürkekti. Ben öyle hissettim.
Bir de dikkatimi çeken askerlerimizin kılık kıyafeti oldu. Bir an bizimkileri mi yoksa Amerikan ordusunun mu geçit resmini seyrediyorum diye baktım. Benim dedem bu savaşta savaşan bir subaydı. Onlar atlarının, askerlerinin karnını doyurmadan kendileri bir lokma yemeyen kişilerdi. Ellerinde bizim çocuklarınki gibi modern silah, ayaklarında güzel postal, üzerlerinde elbise sayılacak bir kıyafet de yoktu. Onlar kendi üniformalarını, kendi silahlarını başkalarından almamış, kendileri yapmışlardı. Başkalarına bu nedenle bağımlı değillerdi. Attıkları kurşun kendilerinin, giydikleri elbise analarının dokumasıydı.
Bir ulus dışa bağımlı hale gelince bu nedenle bağımsızlığını, gücünü, çıkarlarını koruyamaz. Türkiye ne yazık ki bu 30 Ağustos’ta bana göre bağımsızlığını kaybetmiş bir ülke manzarası veriyor. Diyeceksiniz ki topumuz var, tankımız var, güzel üniformalarımız var. Var da bunların hepsi işgal edilmiş Irak ve toplama Irak ordusunda da var. Bunlar bir ordu ve ülke için ölçü olamaz.
Milliyet’in başındaki arkadaşım Sedat Ergin’i alacaklar ve Amerikalıların tabiri ile “kick him up” yani sanki terfi ettiriyormuş gibi başka şatafatlı bir göreve gönderip beladan uzaklaştıracaklarmış. Aynı şey Vatan gazetesinde de oluyor. Televizyonlarda Uğur Dündar’ın sesi kısılırken bir dizi başka düzen. Tüm bunların yerine de mürekkebi yeşil olan kalemlere sahip kişiler alınacakmış. Ne hikmetse aklımdan şaşırmak yerine geç bile kaldılar diye geçti.
Anlaşılan Aydın Bey pes etmiş. Vergi borcu, o, bu derken görülüyor ki durum tehlikeli alana girdin. Aydın Beyi anlayabilirim. Adamın işi para kazanmak. Peki, bizler de o para kazanacak diye pompaladığı veya pompalayacağı yeni düzeyleri yutmak zorunda mıyız? Tabii ki hayır. Bilinci olan toplumlar ekmekte beş kuruşluk artış için eylem yaparken bize atılan kazıkları seyreden toplum bu kez diziler uğruna ona da ses çıkarmayacak.
Türkiye yıllardır söylediğim gibi sona koşuyor. Öylesine bir son ki akıntıya karşı kimse kürek çekme zahmeti bile duymuyor. Evet, ben bu nedenle hüzünlü ve üzgünüm.