Uluslararası kamuoyunda bir süredir beklenen açıklama dün (28 Mayıs) yapıldı ve Norveç, İrlanda, İspanya üçlüsü Filistin devletini tanıma planlarını resmen açıkladı. Bu hareket, üç ülkeden büyükelçilerini geri çeken İsrail'in sert eleştirilerine yol açtı.
Norveç Başbakanı Jonas Gahr Støre, yaptığı açıklamada "Filistin tanınmazsa Ortadoğu'da barış imkansız” derken İrlanda Başbakanı Simon Harris "İrlanda'nın bir devlet olarak tanınmasının sonunda cumhuriyetimize barış geldi. Filistin devletinin tanınmasının da Ortadoğu'da barışa ve uzlaşmaya katkıda bulunacağına inanıyoruz" ifadelerini kullandı.
Filistin'i devlet olarak tanıma kararı, özellikle batılı devletler tarafından alındığında son derece önemli ve sembolik bir adım haline geliyor. Karar, dünyanın büyük bölümünde Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkına artan desteğin altını çizmesi açısından da oldukça kıymetli. Filistin’in tanınması Arap Birliği tarafından da memnuniyetle karşılandı . Ancak söz konusu devletlerin Filistin’i tanımaları sembolik değerinin dışında tek başına bir şey ifade etmiyor.
Aralarında ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın da bulunduğu önde gelen batılı güçler, can çekişmekte olan Oslo Barış Süreci’ni "zayıflayacağı" gerekçesiyle şu ana kadar Filistin'i tanımaktan kaçındı. Hatırlanacağı üzere Oslo Anlaşmaları, İsrail ile Filistin arasında barış içinde bir arada yaşama vizyonunu -sözde "İki Devletli Çözüm" - ifade ediyordu. Ancak uluslararası alanda tanınan egemen bir Filistin devletinin var olmaması, tüm bu yaklaşımı sekteye uğrattı. ABD ve İngiltere ise bu konuda son derece çekimser. Peki Birleşik Krallık ve diğer Batı Avrupa devletlerinin tutumları Washington'un İsrail'e verdiği kararlı destekten ne ölçüde etkilendi?
Geçtiğimiz yüzyılın büyük bölümünde, batıdaki devletler belirli konularda ABD'nin tutumlarından ayrılma konusunda büyük ölçüde isteksiz davrandılar. Washington'un İsrail'e verdiği destek bunun büyük bölümünde merkezi bir rol oynadı. Amerika'nın açıkça İsrail yanlısı duruşundan uzaklaşmak, Washington çevresinde büyük bir öfkeye yol açarak, egemen küresel güçle diplomatik ilişkilerde sürtüşmeye yol açabilirdi. Ancak geçtiğimiz yıl boyunca İngiltere, ABD ve diğer AB üyesi ülkeleri tam bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına belli ölçüde destek verdiklerini açıkladılar. Gazze'nin İsrail güçleri tarafından tarumar edilmesi, dünya kamuoyunda barış için bir atılım yapılmasının ve kalıcı bir barışa doğru ilerlemenin gerekliliğini ortaya çıkarttı.
ABD'nin, Gazze'deki savaşın sona ermesini ve Suudi Arabistan'ın İsrail devletini tanımasını içeren “büyük pazarlığın” bir parçası olarak Filistin'i tanıma olasılığını araştırdığı son günlerde ABD medyasında sık sık dillendiriliyor. Ancak Suudi yetkililer, İsrail'in tanınmasının ancak Gazze'deki savaş sona erdikten ve 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin tanınmasından sonra gerçekleşebileceğini belirtiyorlar Ortadoğu'daki diğer devletler ise Gazze'nin çatışma sonrası yeniden inşasını Filistin devletinin tanınmasına endekslemiş durumdalar.
İsrailli yetkililer -özellikle Benjamin Netanyahu- batılı ülkelerin Filistin’i tanımalarına yönelik açıklamaları sert bir şekilde kınıyor. İsrail bununla da yetinmeyip Filistin’i tanıdığını açıklayan Norveç, İspanya ve İrlanda büyükelçileri anında geri çağırdı.
Uzmanlar, Filistin'in bağımsız bir devlet olarak kurulmasını, iki devletli çözümün temeli olarak gösteriyorlar. Fakat bölgenin halihazırdaki durumu göz önünde tutulduğu vakit bu, imkansız görünüyor. Peki yeniden tasarlanan iki ülkenin sınırlarını belirlemek için en iyi seçenek nedir?
Birleşik Krallık Dışişleri, Milletler Topluluğu ve Kalkınma Ofisi'nin internet sitesindeki Filistin sayfalarına bakıldığında, Filistin’den “İşgal Altındaki Filistin Toprakları” olduğu görülüyor. Bu, İsrail kuvvetlerinin Gazze Şeridi'ni, Batı Şeria'yı, Doğu Kudüs'ü, Sina Yarımadası’nı ve Golan Tepelerinin çoğunu işgal ettiği 1967 Altı Gün Savaşları’nın sonuçlarıyla doğrudan ilgili. Bu bölgelerin İsrail tarafından ele geçirilmesi uluslararası toplum tarafından hiçbir zaman tanınmadı. Çoğu ülke Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı “işgal edilmiş topraklar” olarak tanımaya devam ediyor.
İrlanda Dışişleri Bakanı Michael Martin, Filistin devletini tanıdığında, bu varlığın 1967 sınırlarına dayanacağını açıkladı. Bu, Filistin devletinin hem İsrail hem de Filistin devletinin başkenti olarak var olan Gazze, Batı Şeria ve Kudüs'ü kapsadığı anlamına geliyor. Ancak bunun uygulanabilirliği, Batı Şeria'daki yasa dışı yerleşimlerin varlığından ve daha kapsamlı güvenlik sorunlarından dolayı çok daha karmaşık bir hal arz ediyor.
İkinci Oslo Anlaşması, nihai statü anlaşması öncesinde Batı Şeria'da idari bölünmeler oluşturdu. Bölgenin %18'ini oluşturan bölge Filistin tarafından yönetiliyor. Bölgenin %22'sini oluşturan bölge de her ne kadar Filistin tarafından yönetiliyorsa da güvenlik kontrolü İsrail’in elinde. Bölgenin %60’ı ise sadece İsrail tarafından yönetiliyor ve tahminen 300.000 Filistinli ve 400.000 İsrailli yerleşimciye ev sahipliği yapıyor. Bu durum, nihai statü anlaşmasına varılmasının önündeki en büyük engellerden biri olarak kabul ediliyor. Dahası, İsrail'de dini sağın artan etkisi, işleri daha da karmaşık hale getiriyor.
Dini sağın üyeleri Knesset denilen İsrail Parlamentosu’nda giderek ön plana çıkarken, buna bağlı yerleşimciler Batı Şeria ve Doğu Kudüs'teki yerli Filistinlilere şiddet uygulamaya devam ediyor. Nihai statü anlaşmasına varılması için gözlerin, Kudüs üzerindeki iddiaların varoluşsal meselesinin yanı sıra bu zorluklara da çevrilmesi gerekiyor.
İsrail'in ABD tarafından desteklenmesi, aynı zamanda güvenliğini garanti altına alması anlamına geliyor. Ancak bağımsız bir Filistin devleti muhtemelen kendi güvenliğini ve bağımsız bir dış politikasına sahip olacak; Peki ya bağımsızlığını yeni kazanan Filistin, İran ve Rusya da dahil olmak üzere İsrail'e ve batıya açıkça düşman olan güçlerle yakın ittifak kurmaya çalışırsa sonuç ne olur?
Bölgedeki güvenlikle sorunları nihai statü anlaşmasına varma çabalarını ciddi şekilde baltaladı. Bağımsız bir Filistin devletinin kurulması, İsrail'in güvenlik denetimini ortadan kaldıracak. Bunun nedeni, yeni Filistin devletinin zorunlu olarak egemen olması ve tanımı gereği başkalarının kendi işlerine karışmama ilkesine bağlı kalmasını gerektirmesi. Bu, potansiyel olarak İsrail'in güvenlik hesaplamalarına ciddi bir zorluk yaratıyor. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) mensupları, “hedefli öldürmelerden” oluşan stratejik “Çimleri Biçme Planı" çerçevesinde düzenli olarak Batı Şeria ve Gazze'ye giriyor. Fakat yeni bir Filistin devletinin kurulmasından sonra, Filistin’in çok sayıda müttefike sahip olacağı açık. Egemen devletler, tanımları gereği bağımsız dış politikalar oluşturmakta ve seçtikleri kişiyle ittifak kurmakta özgürdür. Hamas'ın İsrail'e düşmanlığını açıkça dile getiren İran'dan destek aldığı bilinen bir gerçek. Ancak bu desteğin niteliği Tahran'ın Lübnan'daki Hizbullah'la, Irak'taki Halk Seferberlik Birimleriyle veya Yemen'deki Husilerle olan ilişkisinden biraz daha farklı.
İsrail ile İran arasında son zamanlarda meydana gelen saldırıların ardından, Filistin devleti ile İran arasındaki herhangi bir ittifak, İsrail genelindeki politika yapıcılar tarafından ciddi bir güvenlik sorunu olarak görülecektir.
Durum her yönden giderek daha umutsuz görünüyor. İsrail saldırılarıyla giderek daha da artan yüksek ölü sayısı ve Gazze'deki insani trajedinin yanı sıra Doğu Kudüs ve Batı Şeria'nın devam eden işgali ve nihai statü anlaşmasının giderek daha da ihtimal dışı hale gelmesiyle birlikte, bir şeylerin değişmesi gerekiyor ama bunun yakın bir tarihte gerçekleşmesi ne yazık ki muhtemel gözükmüyor.